Türkiye, son 23 yıldır çevresi adeta bir ateş çemberine dönüşmüş, savaşların, darbelerin, terörün ve küresel oyunların gölgesinde ayakta kalmaya çalışan bir ülke oldu. Bu süreçte yaşanan güvenlik riskleri ve bölgesel tehditler, bize açıkça gösterdi ki; güçlü bir savunma sanayi ve caydırıcı bir dış politika, sadece bir tercih değil, bir beka meselesidir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye, savunma sanayisinde tarihî bir atılım gerçekleştirmiştir. İHA’lardan SİHA’lara, yerli füze sistemlerinden milli savaş gemilerine, TCG Anadolu’dan Kızılelma’ya kadar pek çok proje artık sadece ülkemizin değil, dünyanın da dikkatle takip ettiği başarı örneklerine dönüşmüştür. Bu başarıları görmezden gelmek ya da küçümsemek, sadece siyasi değil, aynı zamanda tarihî bir körlük olur.
Evet, ben de içeride yaşanan bazı aksaklıklara, özellikle fahiş fiyatlar, denetim eksiklikleri, sokak hayvanlarıyla ilgili sorunlar, 6284 sayılı kanun tartışmaları ve emeklilerin yaşam koşulları gibi konularda ciddi eleştiriler getiriyorum. Bunlar vatandaş olarak dile getirmemiz gereken haklı ve insani hassasiyetlerdir. Ancak, unutmamamız gereken hayati bir gerçek var: Eğer bu ülke bir gün işgal edilir, toprakları bölünür, ordusu dağılırsa; ne kadın haklarının, ne maaşların, ne fiyatların, ne sokakların bir anlamı kalır. Barışın teminatı, güvenliğin garantisidir.

Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti devleti, savunma sanayi alanında yalnızca özel sektörle değil, bizzat kendi imkânlarıyla da üretime destek vermeli; bir fabrika varsa, aynı fabrikayı iki kere kurmalı; teknoloji transferinde her türlü diplomatik, mali ve insan kaynağı seferber edilmelidir. Gerekirse bu sektörde çalışan mühendislerin, uzman personelin maaşları dahi devlet tarafından üstlenilmelidir. Çünkü bu alan artık ekonomik bir faaliyet değil, doğrudan stratejik bir hayatta kalma mücadelesidir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın dış politika ve savunma sanayisindeki vizyoner duruşu, tarihe geçecek nitelikte stratejik bir liderlik örneğidir. Ancak bu vizyonun kalıcı olması için bireysel değil, kurumsal bir sahiplenme gereklidir. Bu mesele siyaset üstüdür. Bu, Türkiye’nin bekasıdır.
Dolayısıyla her görüşten insanın, sadece bir partiye ya da lidere değil, bu ülkenin geleceğine ve bağımsızlığına sahip çıkmak adına bu politikaları desteklemesi tarihsel bir sorumluluktur.
