Eskiden suyun akma hızı ile çalışan su değirmenleri vardı.
Köylüler mahsulü kaldırdığında, kışlık ununu bulgurunu bu değirmenlerde öğütürler ve kışlık yiyecekleri için bunu kışlık ambarlarında depo ederlerdi.
Su değirmenlerinde öğütme işini üst üste yerleştirilmiş, traktör arka tekeri büyüklüğündeki taşın, suyun akma hızı ile dönerken, hemen üstünde bulunan depoya konulmuş buğdayın, azar azar taşın ortasındaki deliğe dökülerek, dönen taşın dökülen buğdayı ezmesi sonucunda bulgur ya da un haline gelir, bütün köy sıra ile bu değirmende ununu bulgurunu öğütürdü.
Bu değirmenlerde o büyük yuvarlak taşın dönmesi ise yüksek yerden hızla akan suyun döndürme mekanizmasını çevirmesi ile olurdu.
Tabi bu değirmen taşlar her yerde bulunmazdı, aynı mermer ocaklarında olduğu gibi, dağda yüksek yerlerde ve özel bazı bölgelerde çıkarılır ve çıkarıldığı yerde büyük balyoz ve çekiçlerle şekil verildikten sonra değirmene götürülür ve kullanılırdı.
Köyün birinde yeni kurulan değirmen için değirmen taşı gerektiği için, bu taşların çıkarıldığı yüksek yere gidilip taşın bulunduğu noktaya kadar kazıldığında, yine belirttiğim gibi taşa şekil verilmiş, ortası delinmiş ve işlem bittikten sonra oturup çaylarını içerken taşın, tepenin dibinde bulunan kağnı arabasına kadar nasıl indirileceğini tartışmaya başlamışlar.
Köylülerden birisi;
Aşağıya yuvarlayalım sonra arkasından iner kağnıya yükleriz demiş.
Taş kırılır gerekçesiyle bu fikir uygun görülmemiş.
Bir diğer köylü, taşı sürüterek indirelim demiş ama bir türlü yerinden oynatılamamış.
Bu fikir de tutmayınca.
Bu defa taş ustası olan bir köylü en uygun yöntemi bulduğunu söyleyerek:
Taşın ortasındaki deliğe benim kafamı geçirin, aşağıya yuvarlayın, ben yavaş yavaş tepenin dibine kadar indiririm taş kırılmamış olur demiş.
Diğer köylüler hep birlikte bu fikri uygun görmüşler ve taş ustasının kafasını boynu dahil omuzuna kadar değirmen taşının ortasındaki deliğe geçirerek ya Allah ya bismillah diyerek aşağıya yuvarlamışlar.
Taş paldır küldür aşağıya yuvarlanırken, köylüler de kazmayı küreği omuzlarına atarak, taşın arkasından tepenin dibine kadar yavaş yavaş indikten sonra bir de bakmışlar ki, taş bir tarafta, ustanın vücudu bir tarafta ama kafasının meydanda olmadığını görmüşler.
Köylüler bu defa, tepede iken ustanın kafasının vücudunda olup olmadığını şiddetli bir şekilde tartışmaya başlamışlar.
Kimisi yoktu, kimisi vardı demiş ama tereddütlerini gideremeyince köylünün birisi gidip eşine soralım demiş.
Herkes uygun görmüş ve evine gidip eşini dışarı çağırmışlar, dışarı çıkınca sormuşlar.
Eşiniz evden çıkarken, kafası var mıydı.?
Yok muydu.?
Taş ustasının eşi cevap vermiş.
Vallahi bilmiyorum, yemek yerken çenesi oynuyordu. Demiş.
Aydın kadınlarımızın, televizyonlarımızda yaptıkları toplumsal içerikli programları izliyorumda masal olarak da adlandırılan fıkranın, günümüzde gerçekleşen benzerlerininolduğunu düşünüyorum.
Hatta ülkemizin temel kaynağı olan vergiyi su olarak kabul ettiğimizde, hazineye elek ile sutaşınmasında ısrar edenlerin olduğu gibi.
Haksızmıyım?