Böyle giderse gölün tüm kıyısı taşla çevrilecek.
Yok... Harfiyattan kazanacak olanlar değil derdim. 3 kamyon atıp 7 kamyon yazılabileceği de umurumda değil, kanıksadım artık. Benim derdim o gölün kıyısındaki balçıkların arasındaki canlılar. Hem flora hem fauna. Yani orada değişecek olan denge.
Beyşehir…
50 yıldır kulağıma her çalındığında buruk bi tat aldığım şehir. Kadim dost Kadir Kaya bir süre önce giderken götürmek istemişti de Aliağa günleri engel olmuştu. Bu kez ayar yapıldı, yola çıkıldı. Gerçi planlanandan kısa olmak zorunda kaldı ama o kısacık gün koca bir ömrün anılarına yolculuk yaptırdı. Hatta belki de geleceğe bir sürü güzel yürekli köprüler kurdu.
Uzun bir yaz gününde kısacık şehir turu, upuzun sohbetleri kendime sakladım. Bunu birinci bölüm olarak kabul edin.
Bugünkü masalımız “gördüğümüz, yediğimiz, içtiğimiz” değil; “hisettiğimiz” üzerine kurulsun. Ama şunu yazalım: O Taşköprü’nün önünde kahve ne ki çay bile içemedim. Sırf sizlere güzel bir fotoğraf ulaştırabilmek için.
Evet Beyşehir...
Kökenlerimin oradan geldiğini bildiğim ama bugüne kadar sadece bir kez, 1995 yılı Nisan ayında Konya’ya giderken içinden geçtiğim şehir.
Dur, aklıma bi fıkra geldi.
İneğe sormuşlar “neden boş boş bakarsın?” diye.
“Sizi de sene bir sefer halledip yılboyu memelerinizi sağsalar anlardınız” demiş.
Cıvıtmayalım…
Çocukluğum boyunca hep atalarımın Beyşehir’den geldiği anlatıldı. Babamın dedesi Hasan Hüseyin, ailesiyle birlikte yıllarca Beyşehir Çetmi ile Manavgat Çardak arasında konup göçen bir yörükken eşi Ümmü Gülsüm hanımla birlikte yerleşik düzene geçmiş. Soyadı kanununda “Özmen” soyadını alma gerekçesini açıklayacak kimse yok.
“Kimse yok” derken aile yok. Kendisinden Mehmet ve Ramazan olmuş. Kayıtlarda başka çocuk yok. Ramazan sağır-dilsiz. Bizim çocukluğumuzda, kendisinin Çetmi’deyken evlendiği, orada çocukları olduğu rivayet edilirdi. Ama neden onunla gelmedikleri, akıbetleri hiç merak edilmemiş zahir. Sağır dilsizdi ama işaret diliyle çok hoş sohbetlerimiz olurdu, biz ona “Cabar Emmi” derdik. Toprağın titreşiminden aldığı ritm ile çok güzel “Harmandalı” oynadığını anımsarım.
O gün ne mi oldu?
Önce; yıkılan köy evlerinden Kadir’in Ağaç Evleri için malzeme depolayan Nedim’e uğradık. Burada birkaç çiçek fotoğrafı kaydediyorum. Evlerin çatısındaki su tankları arasından Anamas Dağları’nın alaca karı görünüyor, yüzüme kış esinti vuruyor.
Nedim, Kadir abiyi ve beni önce yüksekçe bir tepeye götürüyor. Kadir abi buradan yayınladığı “Nizam işi” panoromik Beyşehir paylaşımı yapıyor ve başlıyor telefon trafiği.
Ziyaretler buluşmalar, kiraz bahçeleri derken göl kıyısına gidiyoruz. “Harfiyatçı Hükümet” diyoruz ya. Burada da harfiyat çalışması var. Göl kenarı taşla kaplanıyor.
Nedim’den beni “doğal kıyı” olan noktaya götürmesini istiyorum. Yol boyunca çalışma sürüyor.
Böyle giderse gölün tüm kıyısı taşla çevrilecek. Yok... Harfiyattan kazanacak olanlar değil derdim. 3 kamyon atıp 7 kamyon yazılabileceği de umurumda değil, kanıksadım artık.
Benim derdim o gölün kıyısındaki balçıkların arasındaki canlılar. Hem flora hem fauna. Yani orada değişecek olan denge.
Ayrılık vakti erken geldi. Onca yıldır hayalini kurduğum “Beyşehir’de akşam” fotoğtaflarını ne yazık ki şimdilik rafa kaldırdık. Evet kalabilirdim. Kadir abi dönmek zorundaydı ama ben orada krallar gibi de ağırlanacaktım.
Müthiş dost canlısı insanlar tanıdık. Ama ertesi gün beni yeni bir rota bekliyordu.










