O bir Amazon…

15.02.2021 13:31

8 yaşında idim, her akşamüzeri saat 16.30 civarında, başı eşarplı, kısa boylu, üzerinde krem paltosu ile bir teyze, Mermerli tarafındaki mendireği yürüyerek geçer, hızlı bir şekilde merdiveni tırmanarak fenere çıkar, feneri yakar ve geri dönerdi…

Bu tablo, yaz ve kış hiç değişmedi. Her gün aynı saatte, aynı tablo yaşandığı için, onu görünce, saatlerinizi ayarlayabilirdiniz…

Bu tabloyu, şiddetli yağan yağmur, hızı gemilerin açık denize çıkmalarını engelleyen fırtına, mendireğin üzerinden aşan dalgalar bile değiştiremedi… Teyzem aynı ciddiyet ile işine devam ederdi…

Kimdi? Kimin Annesi idi? Bilmiyordum…

Bir gün, onu seyrederken, üzerinden geçen dalgayı görünce çok korktum. o ise bir atın üzerinde imiş gibi, dalgaları aşarak hedefine ilerledi. Koşarak anneme gidip gördüklerimi anlattım. “Bu işi yapmak zorunda mı? “ diye sordum. Annemin cevabı gayet netti: “Çocuklarına bakmak zorunda…”

O bir Amazon…
Emin Altıner ve Fatma Doman

SENELER SU GİBİ GEÇMİŞTİ…

Deniz Ticaret Odasının düzenlediği bir panel de konu “Fener Gardiyanları” idi… Fenercilere, “Fener Gardiyanı“ denildiğini o gün öğrenmiştim… Benim ”Fenerci Teyzem” meğerse “Fener Gardiyanı” imiş…

Aynı panelde bir hanım konuşmacı, “Annem fırtınalı havalarda, feneri yakmaya gittiğinde, yorganımın içerisine girip yatağımda hem ağlar, hem de Allah'a dua ederdim, ona tekrar kavuşabilmek için…” diyordu…

Nevin Doman, benim Fenerci Teyzemin kızı idi… Benim karşıdan seyrederek yaşadığım endişeyi, yatağında hissetmiş ve de yaşamıştı. Panelin sonunda Nevin Hanımın yanına yaklaşıp, kendisinin görmeden, hissettiği korkuları, benim görerek hissettiğimi ifade edince çok duygulanmıştı…

Kendimi tanıttıktan sonra, Fenerci Teyzem sağ ise, kendisi ile bir söyleşi yapmak istediğimi belirttim… Nevin Hanım; annesi Fatma Doman’ın gayet sağlıklı olduğunu söylemesi üzerine 22 Ekim 2013 günü saat 16.00 için randevulaştık…

YİTİK DÜNÜN YİTMEYEN TANIĞI FENERCİ TEYZEM İLE O GÜNLERİ KONUŞMAK İSTİYORDUM…

Tarifini aldığım adrese gidince, ruhundaki savaşçı azmini, benim gibi o dönem Kaleiçi’nde yaşayan birçok arkadaşıma, yaşam felsefesi olarak aşılayan, çocukluğumun “Fenerci Teyze”si, tam karşımda idi…

Kimlerden olduğumu sordu, annemin ve babamın isimlerini söyleyince hemen tanıdı.

Çocukluk yıllarımdaki kendisi ile ilgili duyduğum endişeyi anlatıp kendisi ve yaşamı ile ilgili bir söyleşi yapmak istediğimi belirttim, bir anda yitik dünün yitmeyen tanığı, yaşayan tarih, 86 yaşındaki Fatma Teyzem, 150 yıllık bir dönemi anlatmaya başladı…

O bir Amazon…

EMİN DOMAN, ŞADİYE HANIM VE ÇOCUKLARI…

“1863 senesinde Selanik Gargara köyünde doğmuş kayınpederim Emin Doman… Yirmi yaşına gelince o zamanlar Osmanlı toprakları olan Yemen’e askere gönderilmiş. Seferberlik zamanı, Yemen’in Sana şehrinde on beş yıl çavuş olarak askerlik yapmış. Emin Çavuş, otuz beş yaşında terhis olunca. terzilik öğrenmek için, bir süre daha Sana’da kalmış… Meslek sahibi olunca, beğendiği Arap kızı Şadiye’yi ailesinden istemiş. On altı yaşında, ufak tefek, esmer güzeli, sessiz ve hanım bir kız olan Şadiye ile sade bir törenle evlenmişler.

Geçen bunca yıldan sonra, sıla hasreti başlamış Emin Çavuş’ta. Ailesinden ayrılmak zorunda kalan gözleri yaşlı Şadiye'sini almış yanına, uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra, Yunanistan’a, Selanik’e ulaşmışlar. Peş peşe dokuz tane çocukları olmuş, ama nedendir bilinmez, her doğan çocuk bir süre sonra ölmüş. Sadece ikisi kalmış hayatta; Mustafa ve Ahmet.

Yıllardır süren düşman mezalimi sınır tanımaz olmuş, oralarda yaşamak oldukça zorlaşmış. Makedonya’da azmış olan kafirler, Osman oğullarını beş yüz yıllık topraklarından atmak için baskılara başlamışlar.

Sorgusuz sualsiz rastgele götürülenler erkeklerden çoğu kez haber alınamamış.

Çocuklarıyla çok geceler mezarlıkta, kazılmış mezarların içinde baskın korkusu ile sabahlamış Emin Çavuş ve Şadiye hanım…”

O bir Amazon…

MÜBADELE İLE, İZMİR YERİNE ANTALYA…

“1924 senesinde; Yunanistan ve Türkiye arasında mübadele anlaşması yapılıp, Türkiye’deki Rumlar Yunanistan’a, Yunanistan’daki Türkler Türkiye’ye mübadil olarak gönderilmesi kararı alınınca. Emin Çavuş ve ailesi de mübadiller arasında yer almıştır.

Köylerinin basılacağını öğrendikleri gün apar topar değerli eşyalarını yanlarına alarak, yaşadıkları topraklarını arkalarında bırakarak Selanik’e gelirler. Atatürk’ün evinin arkasında bir eve yerleşirler. Kendilerini Türkiye’ye götürecek olan gemi sırasını beklemeye başlarlar.

Türkiye’de, İzmir’e yerleştirileceklerini öğrenirler. Sıra kendilerine geldiğinde, Atalarının memleketi olan Türkiye’ye gitmenin heyecanı içerisinde, çoluk, çocuk, yaşlı, genç, büyük bir kafile halinde diğer Türklerle birlikte Pire Liman’ından vapura binerler.

Yine uzun ve zor bir yolculuk başlar. 10 gün süren bu yolculukta neler yaşanmaz ki? Önce çetin bir fırtınayla boğuşurlar can pazarı yaşanır. Fırtınayı atlatırlar, deniz sakinleşir, sallantıdan hırpalanan yaşlı ve çocuklar arasında hastalananlar olur, onların bakımlarıyla uğraşılırken, vapurda isyan çıkar, olay büyür ve bir kişi ölür. İsyan bastırılır ama vapurdaki herkes toplu halde cezalandırılır.

Cezalar, İzmir yerine Antalya’ya gönderilmektir. Zira o zamanlar Antalya sivrisineği ve sıtması bol, ulaşımı zor bir sürgün yeridir.

Zor yolculuk Antalya Limanı’nda son bulur. Kafile ile beraber, Emin Doman, Şadiye Hanım ve de iki oğulları, hayal kırıklığı içinde yorgun ve perişan halde iskeleye inerler. “

O bir Amazon…

DOMAN LAR KALEİÇİ’NDE…

“Gelenlere birer ev verilmektedir. Ayrıca çiftçi olanlara toprak, esnaf olana da dükkan verilir. Emin Çavuş terzi olduğu için, bir dükkan, bir de Kaleiçi’nde (Eski İnci Sineması’ndan Jandarma lojmanlarına giderken sağdaki taş bina) ev verilir.

Ailece Doman Soyadını alırlar. Oğulları Ahmet ve Mustafa da babalarından terzilik öğrenip dükkanda çalışmaya başlarlar. Bu arada Emin Çavuş zengin olma hayalleri ile memleketinden getirdiği sarı liralarla (Şadiye Hanım’ın bütün itirazlarına rağmen) bir koyun sürüsü alır. Amacı; yününü, sütünü ve de etini satıp zengin olacaktır. Ama evdeki hesap çarşıya uymaz. Sürüye bir hastalık girer ve hepsi telef olur gider.

Emin Çavuş’un büyük oğlu Mustafa askerliğini yapmış ve evlilik çağına gelmiştir. Babası kadar olmasa da uzunca boylu, yeşil gözlü yakışıklı bir delikanlıdır. Kendileri gibi muhacir bir ailenin kızına talip olur. Evlenirler ve peş peşe beş tane kızları olur. Küçük kardeş Ahmet de askerden gelir. Kendisine ayrı bir yerde dükkan açar ve baba mesleğini müstakil olarak sürdürür.

1940’lı yılların başında cefakar Arap kızı Yemenli Şadiye Hanım, yılların yorgunluğuna yenik düşer ve aniden felç olur. Üç gün sonra da ailesine ve de memleketine hasret, yaşam savaşını kaybeder...”

O bir Amazon…

FATMA HANIM EVLENİYOR…

“İşini kurmuş olan Ahmet’e de bir süre sonra yakınları evlenmesi için münasip bir kız bulurlar. Kızı merak eder, habersizce görmek için akılcı bir yol arar. Bugün artık neredeyse nesli tükenmek üzere olan ama o zamanlar oldukça bol avlanan balık türlerinden iri bir Girida alıp, verilen adrese gider. Evde tek kız olduğunu bildiğinden kapıyı açan kıza alıcı gözle bakar, balığı verir döner. Ama aklı ona kapıyı açan ufak tefek akça pakça kızda kalmıştır. İşte o kız bendim… ”

MÜTHİŞ BİR YAŞAM HİKAYESİYDİFENERCİ TEYZEMİN ANLATTIKLARI…

“Ahmet, annesi Yemenli Şadiye Hanım’a benzerdi. Onun gibi ufak tefek, buğday tenli, siyah üzüm tanesi gibi gözleri ve çatık kaşları olan hoş bir delikanlıydı…

Sonra, aile büyüklerini gönderdi beni istemeye. 1943 yılında evlendik. Terzi Ahmet’in eşi olarak ben de rahmetli kayınvalidem gibi on altı yaşında evlenmiştim. 1944 yılında ilk kızımız Nermin, bir yıl sonra 1945 yılında ikinci kızımız Nesrin dünyaya geldi. Ev işleri ve çocuklarımın bakımının yanı sıra, Ahmet’in dikişlerine de çıraklık yapıyordum.

Bu arada o iri yarı, çakmak çakmak mavi gözleriyle bakan, yaşam yorgunu Kayınpederim Emin Çavuş’u da kaybettik…”

FENER BAKICISI AHMET DOMAN…

“1947 yılında Antalya Limanın da Mendirek inşaatına başlandı. O zamana kadar Antalya’ya gelen gemilere Baba burnu Feneri yol göstermekteydi. Bu fenerin bakıcılığını eşim Ahmet’in kuzeni Salih Gürül yapmakta idi.

Denizyolları İşletmesi yetkilileri İskele Feneri için bir bakıcıya ihtiyaç olduğunu Salih Gürül’e söylemiş o da eşim Ahmet’i önermiş.

Böylelikle Mendirek inşaatı bitince eşim Ahmet göreve başladı. Fenerleri akşam yakar, sabah söndürür. Ayrıca bakım ve onarımlarını da yapar, kalan zamanlarında da baba mesleği olan terziliği sürdürürdü.

Başarılı bir terziydi Ahmet. Ancak sağlığının iyi olmaması çok çalışmasını engelliyordu. Bayram arifelerinde, sabahlara kadar uykusuz kalarak el dikişlerine yardım ederek destek olurdum eşime…

1950 yılında üçüncü kızımız Nevin dünyaya geldi. Ama Ahmet çok hasta idi, sürekli doktorlara gidiyorduk…

Hastaneler, tedaviler sonuç vermiyordu. O zamanki ulaşım zorluklarına rağmen tedavi olmak için İstanbul’a gitti…

Bu süre içinde, fenercilik görevini ben üstlendim… İstanbul, Ahmet in hastalığına çare olamadı, çare olamadı ama gitmişken hep arzu ettiği kadın terziliği eğitimini ve yeterlilik diplomasını da alarak döndü. Evimizdeki dikiş atölyesinde kadın müşterilerine de hizmet vermeye başladı.“

İKİ ACI ÜST ÜSTE GELİYOR…

“Ağabeyi Mustafa da çok hastaydı. Antalya’da çare bulamayınca, tedavi için o da İstanbul’a gitti ve ameliyat oldu. Ama yakalandığı elim hastalık nedeniyle Antalya’ya dönüşünden kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Mustafa’nın gencecik ölümü, peşinde bıraktığı beş kız çocuğu ve genç karısının durumu bizlere büyük acı verdi. Ağabey bildiğim, saygı duyduğum kayınımın ölümünden çok etkilenmiştim, eltimin acısını ve yükünü hafifletmek için bütün gücüm ile gece gündüz çabaladım.

Bu arada Ahmet’in hastalığı gün geçtikçe artıyordu. Kırk yaşında bastonla yürümeye başladı. Artık o da kendinden ümidi kesmişti. Sürekli, geride bırakacağı çocuklarının ve benim akıbetimizi düşünürdü…

Kızlarının yaşını büyütüp Hemşire Okuluna gönderdi. Babalarının sağlığının gittikçe bozulduğunu gören kızlarım, eğitim gördükleri hastanedeki hocalarına gösterdiler babalarını. Konulan teşhis, böbrek yetmezliğiydi. Ve tedavi için oldukça da geç kalınmıştı. On gün sonra kaybettik eşim Ahmet Usta’yı.“

O bir Amazon…

GÖZ YAŞLARIMI ZOR TUTUYORDUM, BİR KAHIR MEKTUBU İDİ YAŞANILANLAR…

“ Sene 1958’di ve yaşadığım bunca acıya rağmen, çocuklarımın yaşamlarını idame ettirebilmem lazımdı…

Ne yapabilirim diye düşünürken, Ahmet’in hastalığı süresince iki yıldır yaptığım fener bakıcılığı görevini üstlenebileceğimi düşünerek Deniz Yolları İşletmesine resmi müracaatta bulundum.
O dönemde bağlı bulunduğumuz görevli memur Tevfik Bey, Kahveci İsmail’in müracaatını da almış…”

DOST KAPIYI ÇALINCA…

“Bir gün kapım çalındı… Kapıda Ekizler’ in Mustafa Amca, “ Kızım senin işini başkasına veriyorlar, git mücadele et…” dedi… Ben de “ Abi, gitmediğim yer kalmadı, kime gideyim ?” deyince, “ Vali Bey’e çık kızım…” diyerek yol gösterdi…”

VALİ NİYAZİ AKI’DAN ÖRNEK BİR DAVRANIŞ…

“Okuldan önlüğü ile aldığım küçük kızım Nevin’in elinden tutup, zamanın Valisi Niyazi Akı’ya çıktım, durumunu anlatım. Bir mesleğim yoktu ve kocamdan öğrendiğim bu işe çok ihtiyacım vardı. Allah razı olsun, o güzel insan, beni çok takdir etti, gerekli yerlere talimatlar vererek bu görevde kalmamı sağladı… “

Fatma Teyzemin üstlendiği bu görev, özellikle bir kadın için gerçekten oldukça zordu. Fatma Teyzem anlatıyor, nefes almadan Nevin Hanım ve ben muhteşem bir yaşam öyküsü dinliyorduk…

“ Başlangıç da iskele halkından hiç kimse ile konuşmadım… Bundan 55 yıl önce, henüz 31 yaşında gencecik dul bir kadındım. Koyduğum bu tavra zaman içinde herkes alışmış ve saygı duymuştu.

O zamanlar fenerler, gazyağı ile yakılırdı. Şimdiki Klüp 29’un olduğu yerde bulunan bir Gazhane’ye at arabası ile getirilerek depolanan gazı, iki günde bir ibrikle alarak fenerlere koyardım…

Fenerlerin fitilini kontrol eder, gerektiğinde lamba camını ve fitilini değiştirir, zaman zaman fenerin bakımını yapardım, lambanın yüzeyi deniz suyundan oksitlendiği için kaul ile parlatılırdım ve her akşam önce yeşil, sonra da kırmızı feneri yakar, Cemal Bey yokuşundan eve dönerdim…”

YAĞMURLU VE FIRTINALI GÜNLERDE ÇOK ZORLADIĞINI SÖYLÜYOR FENERCİ TEYZEM…

“ O zamanlar çok daha çetin geçen kışların, denizdeki fırtınaları da oldukça güçlü olurdu. Fenerin tepesindeyken dalgalar başımın üzerinden aştıkça elimdeki kibrit söner, tepeden tırnağa ıslanır, çoğu zaman fenerden inip evimden tekrar kuru kibrit alıp getirir, mantomu fenere siper ederek yakardım…

Tabi bunun bir de tehlike boyutu vardı. Fırtınada mendirekte yürürken ve fenerin tepesinde dalgalara rağmen feneri yakma mücadelesi verirken, beni senin gibi karşıdan izleyen insanların yüreği ağzına gelirdi, ha düştü ha düşecek! diye…

Böyle günlerde evde uykuda bıraktığım küçük kızım Nevin, fırtınanın, camları sarsan sesinden ötürü, dalgaların beni yutacağı hissine kapılırmış, babasından sonra beni de kaybedeceği korkusu ile yorganın altında sessizce ağlar bulurdum onu eve her dönüşümde... “

O bir Amazon…

KARŞIMDAKİ DUVARDA, NEVİN HANIM’IN KORKUSUNU TUVALE AKTARDIĞI RESİM DURUYORDU…

“Aldığım sorumluluk çok zordu, gemilerin o ışığı görmesi ne kadar gerekli ise benim içinde bu iş o kadar gerekliydi, çünkü bakmak zorunda olduğum üç çocuğum vardı.

Yağmur fırtına demeden bir erkeğin bile yapabileceğinden daha başarılı bir şekilde hiç aksatmadan görevimi sürdürdüm.

Ancak fenerden aldığım para yetersiz olduğundan, makine nakışı da öğrenerek, çevremden siparişler alıp, yatak takımları, perdeler, masa örtüleri, gelin bohçaları yapıp aile bütçesine ek gelir sağladım. Aşırı yıpranmış olan evimizi tamir ettirip, evlilik çağına gelen kızlarımın çeyizlerini hazırladım.

Bu zorlu mücadelenin içinde yıllar yılları kovaladı ve yirmi üç yıl süren fener bakıcılığı görevimden kendi isteğim ile emekliye ayrıldım.”

ESKİ BAYRAM HAZIRLIKLARI VE KOMŞULUK İLİŞKİLERİNİ SORDUM FATMA TEYZEM’E…

“ Eski bayramlarda ev hanımlarının işleri küçümsenmeyecek tarzda olurdu. Ahşap evlerde taban tahtaları tellenir, sarı tahta boyası ile boyanırdı.

Bıçkı tozu ve kireç karıştırarak hazırlanan harç, elle boyası dökülen duvarlara sıvanır, ayrıca kireçle badana yapılırdı.

Çamaşırlar, bahçelere kurulan kocaman bakır kazanlarda odun ateşinde kaynatılarak, sabun, çivit ve küllü suyla, bakır leğenlerde yıkanırdı.

Üzerleri dantel ve kanaviçelerle bezenmiş bembeyaz sakız gibi örtüler kolalanır, ütülenir, masaların ve konsolların üzerlerine serilirdi.

Kocaman kalaylı tepsilerde baklavalar açılır, mahalle fırınlarında pişirilirdi.

Çocuklara giysiler dikilir, bayram sabahı giyilmek üzere ayakkabılar alınır, bu ayakkabılar giyilene kadar yatakta başlarının ucunda durur, zira sadece bayramlarda alınan yeni giysileri giymenin heyecanı yaşanırdı.”

O bir Amazon…

MAHALLELER VE KOMŞULUK DEYİNCE FATMA TEYZEM DUYGULANDI…

“Mahallelerde sıcak komşuluk ilişkileri vardı. Müstakil olan bu evlerde hemen herkesin bahçesi, bahçesinde her türlü meyvesi ve çiçeği, ortancası, mis kokulu fulü, duvarından sokağa sarkan yasemini, rodos çiçeği (begonvil) vardı.

Nisan ayı gelince bütün sokaklar portakal çiçeği kokardı. Çocuklar bahçelerinde, mahallelerinin sokaklarında doyasıya oynarlardı.

Erkek çocukları turunçları tekerlek yapıp kendilerine arabalar icat edip yarıştırır, çelik çomak, bilye ve topaç, birdirbir oynarlar, kız çocukları annelerinin yaptığı bez bebeklere giysiler diker, bahçelerindeki çamurdan, çeşitli ev eşyaları üreterek evcilik oynarlardı.

Kapılarının önüne sek sek oynamak için kömürle çizilmiş yuvarlaklar ve karelerden oluşan şekiller, duvarın kovuğuna saklanmış kırık bir kiremit parçası (ellik), bir sonraki oyun için sabırsızlıkla minik sahiplerini beklerdi.

O zamanlar çocuklar çok mutluydu, hem herkes de birbirini tanıdığından güven içindeydiler.

Hiç kimse kapısını kilitlemezdi. Hiçbir kötülük yaşanmazdı. Dostça yardımlaşarak kederler ve neşeler paylaşılırdı.

Evlerin önünden su akar, geceleri ninni gibi bu suyun sesi ile uyunurdu. Aynı zamanda bu sudan bahçeler sulanır, çamaşır, bulaşık yıkanır, tirmis tatlandırılırdı. Sokağımız da bu sudan almıştı adını. Akar çeşme Sokağı.

Kızlarım bu evden gelin çıktı. Bana, ikisi oğlan üçü kız beş torun verdiler.

Ama zaman içinde bu güzellikler turizm nedeniyle açılan pansiyonlar, barlar, imar müsaadesi verilmediği için yıpranan evlerden taşınılması ve yabancılaşma sonucu bu ortamda yaşanması oldukça zorlaştığından, istemeyerek evimi satıp, maalesef Kaleiçi’nde ayrılmak zorunda kaldık.”

İşte benim Fenerci teyzem, İskelenin son Fener Bakıcısı, Gargaralı Emin Çavuş’un cefakar gelini Fatma Doman’ın filmlere konu olabilecek bir yaşam öyküsü...

Kazandığı yaşam savaşında artık geride bıraktığı acı ve tatlı günleri gülümseyerek, bazen de hüzünlenerek anmak kalıyordu ona.

Her şeye rağmen o günleri hep özlüyordu.

BU SÖYLEŞİNİN ÜZERİNDEN SEKİZ KOCA YIL GEÇTİ…

Fatma Teyzemin yaşam öyküsünü dört dakikalık bir anlatım ile Youtube'da “bi' dilim Antalya” sayfasına “Fener Gardiyanı” adı ile de taşıdım…

Bu kısa metraj yaşam öyküsünü seyreden Ege Üniversitesi öğrencileri beni arayıp, Fatma Teyzemi tez konusu yapmak için Antalya'ya geldiler…

İki hafta önce de Perge Rotary Kulübü Başkanı Berkay Bey beni arayarak Fatma Teyzeme yaşam boyu hizmet ödülü vermek istediklerini söyledi ve Fatma teyzem geçen hafta ödülünü aldı.

Bugün Fatma Teyzem doksan sekiz yaşında…

İyi ki varsın Fatma Teyzem… Hep var ol…

Sende gördüğümüz yaşama tutunma azmi ile…

Yollarımıza yakmış olduğun ışık ile…

Sana layık evlatlar olacağımızı bilmeni isterim…

Kaleiçi halkının sembollerinden birisi olan senin, heykelini Mermerli mendireğinin girişine günün birinde mutlaka dikeceğiz…

(Röportaj: Emin Altıner)

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorum Yap

ŞANS OYUNLARI

On Numara
Şans Topu
Sayısal Loto
Süper Loto