Sivil Toplum ve Devlet II

02.03.2015 07:08

Sivil bir toplumdan, çağdaş bir devletten söz edilebilmesi için, devlet gücünün hukuk çerçevesinde sınırlandırılması, devletiçerisinde örgütlenmiş olan bürokratik ve askeri yapıların siyasal iradeye tabi kılınması, birey- devlet ilişkilerini düzenleyen ilke ve kurallar belirlenmesi gerekmektedir.

Bazen bireyin hukuk dışına çıkılarak engellenmesi ve özgürlüklerinin sınırlandırılması sadece devletten gelebilecek bir müdahalenin sonucu olmamaktadır. Toplum içinde de bireysel özgürlükleri yok edecek, şiddet eğilimli çeşitli toplumsal gruplar, ya da örgütlü yapılar ortaya çıkmaktadır. Burada devlete düşen görev, bu tür oluşumlara fırsat vermemek, devlet, toplum ve birey arasındaki dengeyi sağlayacak önlemleri almak olmalıdır.

Devlet, hangi STK ile çalışacak, hangisi ile nasıl bir iletişim kuracaktır? Ya da kimi muhatap kabul edeceklerdir? Bunu yasal bir düzenleme ile yapmak veya yasa ile kurulu örgütlerle çalışmayı tercih etmek, çağdaş sivil toplum anlayışı ile çelişmektedir. Bazı STK´lar, uzmanlığı bazıları ise deneyimleri ile ön plana çıkmaktadır. Burada önemli olan, topluma hizmet ve başarılmış toplumsal projelerin varlığıdır.

Ülkemizde devlet – toplum ilişkisini ele alırken, olaya Osmanlı Devleti’nden bağımsız bir şekilde bakmak mümkün değildir Osmanlı’da devlet, toplumun üzerinde, ondan bağımsız, kutsal bir varlık olarak algılanmıştır.

19.yüzyılda Osmanlı siyasi otoritesinin gücünü kaybetmesi üzerine, bir modernleşme süreci başlatılmış, ancak bu süreç, halktan kopuk yürütüldüğü için başarılı olamamıştır. Başka bir deyişle, toplumun büyük kesimi, kendisine ait olmayan batı tipi modernleşme hareketlerini kabullenememiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında da devletin bir üst unsur olarak, halkı dışarıdan yönetmesi geleneği sürdürülmüş,devlet – toplum ilişkilerini devlet kontrolünde yukarıdan düzenlemeye çalışan, baskın- buyurgan bir devlet anlayışı benimsenmiş, Cumhuriyet kendi toplumunu yaratmak istemiştir. Bu dönemdeuygulamaya sokulan toplumsal politikalar, sorun alanlarını çözme konusunda yetersiz kalmış, ‘toplumun dokusunu dönüştürmeyi hedef alan toplumsal mühendislik projeleri ‘ ön plana çıkarılmıştır.

Çok partili döneme geçişte de, demokrasi ve özgürlük adına oldukça mesafe alınmasına rağmen, tek parti döneminde faaliyetlerine kısıtlama getirilen sivil toplum kuruluşları istenilen düzeyde örgütlenememiş, hedeflenen demokratik ortam sağlanmadığından gelişmesi ve etkinliğinin artması mümkün olmamıştır.

1980’li yıllar devlet – toplum ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır. 1983 yılından itibaren uygulamaya konulan liberal politikalar, sivil toplum hareketlerinin canlanmasına neden olmuştur. Yasal engellere rağmen, “devletin toplumsal düzen içerisindeki yerinin ne olması” gerektiği konusunda tartışmalar başlamış, sivil toplumun gelişmesi yolunda bir dizi uygulamalar gerçekleştirilmiştir.

Türkiye’de sivil toplumun bugünkü durumuna gelmesinde, AB sürecinin sağladığı katkıyı da göz ardı etmemek gerekir. Zira gerek yapılan yasal düzenlemeler, gerekse toplumlar arası işbirliği ve etkileşim neticesinde; sivil toplum kavramı, üstten gelmeden, kendiliğinden halkın bilincinde yer edinmeye başlamıştır.

Türkiye´de devlet-sivil toplum ilişkisinin temel belirleyeni hala devlettir. Bu nedenle sistemin demokratikleştirilmesi yönünde vatandaştan gelen talep ve düzenlemeler devlet merkezli olarak yürütülmektedir. Çünkü ülkemizde sivil toplum kuruluşları örgütsel olarak zayıftır. Bunun yanında, siyasal sistem ve kamu üzerinde denetim gücü yok denecek kadar azdır.

Gelinen noktada, devlet-toplum ilişkisinin normalleşmesi Türkiye’nin hala öncelikli gündem maddesidir. Bunu sağlamak için siyasi irade tarafından “Demokratikleşme Paketi” adı altında birtakım adımlar atılmış bulunmaktadır.Yeni durum karşısında, devleti koruma iddiası ile, bürokrasinin direnç göstermeye kalkması ya da eski otoriter yapısını muhafaza etmeye çalışması mümkün değildir.Bu yeni süreçte devletin ya da siyasal sistemin yapacağı en önemli şey hak ve özgürlük alanlarının genişletilmesi olmalıdır. Bu durum devletin kamu düzenini sağlamak için alacağı önlem ve sınırlamalara engel teşkil etmemelidir.

Tabi ki devlet, vatandaşın huzur ve güvenliğini sağlamak ve adaletli olmak gibi en önemli işlevlerini yerine getirecektir.

Anayasalar demokratik devletlerde toplumla devlet arasında bir toplumsal sözleşme niteliğindedir. Ancak ülkemiz de dâhil olmak üzere bu niteliği taşıyan anayasalar çoğunluğu oluşturacak sayıda değildir. Önümüzdeki süreçte yeni Türkiye yapılanmasında, topluma tepeden inme dayattırılan mevcut anayasa yerine, toplumun tüm kesimlerinin görüşlerinin alındığı daha demokratik ve özgürlükçü bir anayasa oluşumu gündeme gelecektir. Burada önemli olan toplumun devletiyle sözleşme yapabilecek düzeye gelmiş olmasıdır.

‘İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın!’ Edebali

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorum Yap

Yazarın Diğer Yazıları