Milletin Sesi Mehmet Akif -18-

17.12.2020 13:34

Değerli Dostlar

“RAHMETLE ANILMAK EBEDİYET BUDUR, AMA SESSİZ YAŞADIM, KİM BENİ NEREDEN BİLECEK.”

Mehmet Akif Ersoy

Üstat Mehmet Akif Ersoy, Mısır’a yabancı değildi.

Millî Şair Mehmet Akif, vatandan on bir senelik bir ayrılıktan sonra yurduna tekrar kavuştu. Ama ne yazık ki İstiklal Marşı’nın büyük şairi Akif yurda hasta döndü.

Şöyle ki,

Âkif’in 1935 İlkbaharında sağlığı bozulmaya başlamıştı. Bir sabah hanımı: “Efendi, galiba sen sarılık olmuşsun!” demişti. Şair aynaya baktığında gerçekten de gözlerinin akının bile sarardığını görmüştü. Hal böyle olunca hemen hekime gitmişti. Ve teşhisi koyuldu ‘ siroz ‘ denildi.

Aynı zamanda ikinci bir hastalığında peyda olduğunu öğrendi. Bu hastalık halk dilinde sıtma hastalığı olarak adlandırılan  ve tıp literatüründe malarya denilen  hastalıktı.

Hastalığın tedavisine yönelik öneri ise;Mısır’ın yakıcı tropikal sıcağından uzak kalması ve serin bir yere giderek hava değişiminin sağlanmasıydı. Bu öneriye en uygun yer Beyrut’tu. Şairin hastalığı  iyice artana kadar yer değişikliği yapmadı ama rahatsızlığı artınca, İskenderiye’den kalkan bir yolcu vapuruyla Beyrut İskelesine indi.

Beyrut’ta İslam’ın büyük müçtehitlerinden Evzai’nin türbesini ziyaret etmeyi ihmal etmeyen Âkif, oradan 1935 Temmuz’unda Cebel-i Lübnan’a gitti. Cebel-i Lübnan’ın, havası bol oksijenli, suyu kaliteli meşhur yaylası Suku’l-Garb köyüne çıktı.

Orada Funduk el Haccara’ya yerleşti. Kendisini Şerif Abdülmecid ve diğer dostları ağırladı. 25 Temmuz’da Cünye’de kalan Filozof Rıza Tevfik’i ziyaret etti. Şairin Lübnan’da bulunduğunu haber alan Antakya ileri gelenlerinden Bereketzade Cemil Bey, Âkif’in eski talebelerinden Ali İlmî Fani Bey’i Beyrut’a göndererek Şairi Antakya’ya davet etti. Bu davete icabet etmek üzere 9 Ağustos’ta Antakya’ya geçti. Üç hafta kadar Cemil Bereket Bey’in konağında misafir oldu.

Bu süreçte halk kendisine çok ilgi gösterdi. Bu ilgiye rağmen memleketinden ayrı kalıp gurbette vefat etmekten korkuyordu.Bir süre sonra Mısır’a geri döndüğünde ve görüştüklerine: “korkuyorum, buralarda öleceğim de memleketime gidemeyeceğim” demekteydi . Bu duygular onu İstanbul’a dönmeye sevk etti ve Akif bu hissiyatla İstanbul’a dönüş kararını verdi.

En nihayetinde;

Vatana dönüş fikri  17 Ağustos 1936 yılında fiiliyata dönüştü ve o çok özlediği vatanına son günlerini geçirmek üzere yine  yeniden Bismillah  diyerek ayak bastı.

Kendisini dostları gözyaşı ile karşıladı.

Ülkesindeki doktor görüşmelerinde tedavilerin fayda vermeyeceğinin anlaşılmasına rağmen düzenli kontrolleri yapıldı. Böylece emanet naciz vücuda karşıda son görevler yerine getirildi. Fakat ne var ki kaderden kaçış yoktu ve her canlını ölümü tadacağı şu alemde değerli  Şairimizde 27 Aralık 1936 ‘da bir pazar günü saat 19.45 ‘te hayatını kaybetti ama işin aslına bakılırsa aslında dünya büyük bir değerini daha kaybetmişti.

Üstad Mehmet Akif Ersoy, Mısır Apartmanında gözlerini ebedi aleme açtı.

Resmi zevatın ilgisiz kaldığı cenazesini, üniversite öğrencileri sahiplendi.

İstiklal Marşı, dualar ve Kuran-ı Kerim’ler eşliğinde eller üzerinde götürüp defnettiler.

Sonsuzluğa Yolculuğu

Millî Şair Mehmet Akif Ersoy’un cenazesi 28 Aralık 1936’da şiddetli bir soğukta kaldırıldı. Cenazeyi taşıyan otomobili Beyazıt Camii’nde üniversite öğrencileri karşıladılar.

Tabutun örtüsüz olduğunu görünce sağa sola koşup Türk Bayrağı bulurlar, tabutun üstüne örterler. Bunun üzerine de Kâbe örtüsü konur. Ölüm haberini okuyan dostları, öğretim üyeleri, şairler, edebiyatçılar, üniversite ve diğer okulların öğrencilerinden gelenler tabutun etrafını çevirirler. Cenaze namazı kılındıktan sonra gençler tabutu elleri üzerine alırlar, iki genç ise tabutun önünde Edebiyat Fakültesi’nin çelengini taşımaktadır.

Şairin ebedî hürmetkârı olan Mithat Cemal de oradadır. Ancak üniversitedeki bazı öğrencilerin cenaze haberi duyması üzerine büyük bir kalabalıkla cenazeye gelir ve cenazenin üstü açıldığında Kuntay, üzüntüyle bunun Akif’e ait olduğunu öğrenmiş olur. Çok üzülür ve o anı şöyle anlatır : “Cenaze Beyazıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü biraz sonra çıplak bir tabut geldi. Bir fukara cenazesi olmalı dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu... Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.”

Mehmet Akif’in cenaze namazına bir hukuk fakültesi öğrencisi iken katılan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Tercüman gazetesinde “Akif’in Cenaze Töreni” başlıklı yazısında o günü şöyle anlatacaktı:

“…O zamanların ülkemizde egemen tek partinin otoriter düzeni içinde olduğundan kimse idare ile çelişkiye düşmekmek için basında Mehmet Akif’in yurda dönüşü ve hastalığının seyri hakkında pek fazla haber yayınlanmazdı….

Bizler alana geldiğimizde, namaz saatinin yaklaşmış bulunmasına rağmen bir tabuta rastlamadık, hep birlikte bekliyoruz. Birden lokantanın ön kısmına bir cenaze otomobilinin geldiğini gördük, iki kişi üzerine örtü dahi konmamış bir tabutu indirdiler.

Yoksul bir fakirin cenazesinin getirildiğini düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler. Fakat tabutun Mehmet Akife ait bulunduğu anlaşılınca bir anda yüzlerce genç ağlamaya başladı. Gençler hemen Emin Efendi Lokantasının bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler. Sonra merhumun bir kısım arkadaşları gelmeye başladı ama ne vali ne belediye reisi ve ne de tek partinin zimamdarlarından hiç kimse ortalarda yoktu.”

İslam Ansiklopedisi’nde ise şu malumata rastlıyoruz:

“Resmi şahıs ve makamların ilgi göstermediği İstiklal Marşı Şairinin cenazesi, Beyazıt Camii’nden üniversite gençliğinin ve halkın katıldığı büyük bir cemaatle Edirnekapı Mezarlığı’nda dostu Babanzade Ahmed Naim’in kabrinin yanında toprağa verildi.”

1960‘da Akif’i’ in mezarı Edirnekapı Şehitliği’ne naklolduğudur.

Bildiğiniz üzere;

Mehmet Akif’in hayatı, dinî, millî ve vatanî dertlere üzülmesinin yanında, maddi olarak da sıkıntı içinde geçmişti. Daha on beş yaşında iken, çok sevdiği babasının vefatı, arkasından iki kere evlerinin yanması ve az bir gelirle yoksul kalmaları, gençliğinin mahrumiyet içinde geçmesine sebep olmuştu.

Sonraki yıllarda ise, hür düşünceli ve doğrucu bir fikir adamı olması ve hiçbir hizip veya partiye yaklaşmaması, onu daima büyük zorluklar içinde bırakmıştı.
Mehmet Akif, Kahire'deki on buçuk yıllık ikameti sırasında da hiç geçmeyen nefes darlığına ve asabi bir hastalığa tutulmuş olması, çocuklarının başıboş kalması ve bunlara ek olarakta maddi imkânsızlıklar  onun çok sıkıntı çekmesine neden oldu. Bunların yanı sıra;

Millî Marş ve Safahat gibi adeta millî destan niteliğindeki  eser-i muazzamların sahibinin, gerek memuriyetleri gerekse de milletvekilliği nedeniyle hiç tereddütsüz hak ettiği emekli maaşının kendisinden esirgenmesi de bu çektiği sıkıntıların kat ve kat artırdı.

Maaşı ölümünden üç ay önce dostlarının gayretiyle bağlanabilmiş, ancak yine de birikenlerden ve ikramiyesinden, kendisi de yoksul ve kederli ailesi de mahrum ve mahzun bırakılmıştı.

Değerli Dostlar!

Mehmet Akif, şiirleri ve fikirleriyle birlikte tüm hayatını milletine adamış, vakfetmiş derdi ve davası olan, dava adamı İstiklal mücadelemiz ve harbimiz sırasında şehir şehir dolaşarak, bilgisini, heyecanını, umudunu milletiyle azim ve kararlılıkla paylaşmış, vaazları, yazıları ile Anadolu’da bağımsızlık mücadelesini ateşlemiştir.

Aziz milletimizin sesi, gür sedası olmuştur.

Bugün de aziz milletimiz, Mehmet Akif’i en iyi bir biçimde tasvir ettiği birlik, beraberlik, vatan sevdası ile tarihe altın harflerle yazılmış güçlü mücadeleci ruhuyla karşılaştığı bütün engelleri aşmakta ve istiklaline sahip çıkmaktadır.

Gelecek nesillerin de çok çalışarak aynı ruhla yetiştirilmesinde Millî Şairimizin eserlerini, başta Safahat adlı eşsiz külliyatında yazılı olan fikir ve duruşunu iyi anlamak, gelecek nesillere aktarmak millî ve manevi değerlerimize sahip çıkarak , güzel ahlaklı ,sağlam ve samimi nesillerin yetiştirilmesi noktasında da her daim elimizden gelen gayreti göstermeliyiz.

Millet olarak verdiğimiz tarihî mücadeleyle, temsilcisi olduğumuz medeniyetin aydınlık geleceği için maziden atiye bütün insanlığı kucaklayan bir köprü kuruyoruz.

İnşallah bu kutlu yolda yürümeye, durmadan, duraksamadan, yılmadan, azimle, fedakârlıkla, kararlılıkla, menzile ulaşana kadar devam edeceğiz.

O’ nun işaret ettiği üzere,

Gelecek Neslimiz’in Yeniden dirilişi;

“Âsım’ın nesli… Diyordum ya… Nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…

O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,

Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.”olmalıdır.

Milletin Sesi Mehmet Akif Ersoy olmak için çok çalışmalıyız.

Bu itibarla, okuyan, yazan ve düşünen bir millet olmalıyız.

Bu konuda, Millî Şairimiz tarihimizde en güzel örnek bir şahsiyettir.

Efendim!

Vefat sonrası manzarayı bir kez daha hatırlayalım...

Tam da Yunus’un, “Bir garip ölmüş diyeler/Üç günden sonra duyalar...” tarifi gibi bir durum vardır. Gençliğin, haber aldığı çıplak tabutu, yakınlarda bulunan bir lokantadan elde edilen Albayrak’la sarılarak yine hiç resmî zevat olmadan onların omuzları üstünde Edirnekapı’ya, ebedî istirahatgâhına götürülmüştür.

Öte yandan; Âkif’in Ölümüyle İlgili Haberler

Devrin bütün gazeteleri bu ölüm haberini manşetten vermemiştir. Kamuoyunda heyecan doğurmuş̧ gözüken bu hadise; Cumhuriyet gazetesinde manşetten ve tek sütunda verilen haber “Büyük şair Mehmed Akif dün akşam sekize çeyrek kala vefat etmiştir.” cümlesiyle başlar ve bir biyografisinden sonra ailesiyle damadı Ömer Rıza Doğrul’a baş sağlığı dileyen bir cümleyle sona erer.

Haberde “(...) sanki hayatının son devrelerini yaşadığını hisseden (...)” Âkif’in Mısır’dan Türkiye’ye dönüşüne vurgu yapıldıktan sonra “Son günlerde artık koca Akif çok zayıf ve bitkin hale gelmişti, etrafındakiler onun anbean sönmesine muntazır bulunuyorlardı.” diyerek ölümünün beklenen bir hadise olduğuna işaret eder.

Haberde Âkif’in Balkan ve İstiklâl Harbi sırasındaki çalışmalarından da söz edilmiş olması dikkat çekicidir: “Mütareke sırasında Anadolu’ya geçti. Bütün Millî Cidal devamınca orada kaldı ve Birinci Millet Meclisi’ne Burdur meb’usu olarak aza seçildi.”

Haberde Âkif’in şairlik yönüne de değinilmiştir: “İstiklâl Marşı, Akif’in kullandığı temiz ve duygulu lisanın en heyecanlı bir mahsulüdür. “Hakkın Sesleri” ve yedi ciltlik “Safahat” Akif’ten bize kalan nefis armağanlardır.”

Âkif’in basında yer alış tarzı da bir gariptir. Millî şair, tek parti-tek lider-tek ideoloji anlayışının öne çıktığı devrin parti/devlet gazetesi Ulus’un ikinci sayfasında bir küçük haber olarak yer alır. 28 Aralık 1936 tarihli, tek sütunda yer alan “Şair Akif’in Ölümü” başlıklı kuru haber, şöyledir:

“Dün akşam telefonla İstanbul’dan haber aldığımıza göre bir müddetten beri İstanbul’da hasta yatmakta olan şair Mehmed Akif, dün saat on dokuz buçukta vefat etmiştir. Kendisi altmış üç yaşında idi. Birinci Büyük Millet Meclisinde Burdur mebusu olarak bulunmuş ve İstiklâl Marşının güftesini yazmıştır. Şair Akif, son Osmanlı edebiyat devirlerinde, müstakil bir edebî çeşni sahibi olarak temayüz etmiştir.

Nazımdaki tahkiyesi bilhassa kuvvetli idi. Ölümü edebiyat âleminde derin bir teessür uyandıracaktır.”

İstanbul Valiliği kayıtlarında ise;

“Mısır Apartmanından otomobil ile Beyazıt Camisine getirilen şair Mehmet Akif’in cenazesi, namazı kılındıktan sonra el üstünde Edirnekapı Mezarlığına götürülmüş ve orada Şehitlik karşısındaki kabrine defnolunmuştur. Cenaze merasimine Saylavlardan Şemseddin, Fadıl Ahmet, Yahya Kemal, Profesör Muhiddin, ölü General Deli Fuat oğlu Esad Fuat, muhalif rüesaden ve tarassut edilenlerden Çolak Selâhaddin, tüccardan Emin Vasfı, Kuleli Askerî Lisesi Edebiyat Muallimi Tahirülmevlevi, Şehremininde oturan Suudulmevlevi, Fuad Şemsi, gazeteci Feridun ve daha birçok kimselerle Üniversite ve Askerî Tıbbiye talebeleri iştirâk etmiştir. Mezarlıkta alçı ile yüzünün kalıbı alınmış ve bazı kimseler şiirleri ve bestelediği İstiklâl Marşı münasebetiyle kendisinden sitayişle bahsetmişlerdir.”

Velhasıl;

Âkif’i anlamak, Âkif’te dirilmek bir ihtiyaç haline dönüşmüştür. Vatana, milleti birlik haline getiren kültür ve medeniyet değerlerine sahip çıkmak için, o acıları yeniden yaşamak mı gerekmektedir? Millî felaketlerin uyandırıcı, silkeleyici, sarsıcı etkileri vardır. Bu etkiler bazen, güçlü emperyalist güçten yana tavır alarak çözülmeyi, çoğunlukla da direniş ruhunu canlandırmayı sağlar.

Âkif, “Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz. / Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;” derken aslında zorluklar karşısında ayakta kalmanın yolunu göstermiştir. Dayanılmaz sanılan, saldırı, ihanet gibi durumlarda dimdik ayakta kalmanın yolu nedir? Âkif bu konuda kardeşlerine, milletine güvende sınır tanımaz. Aslında onu okuyarak, sözü ona vererek sözü tamamlamak gerekir:

“Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun,
Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun.”

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;

Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun,
Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun.

Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,

Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsa,

Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!

Mehmet Âkif’e, son anında sahip çıkan gençliğin, üstüne düşen bir görev daha bulunmaktadır

Bu günden sonra tek bir ışık, bir işaret taşı ,genç dimağlara vizyon yükleyerek,Âkif’i anlamak, onda dirilmek ,kültür ve değerlerde bütünleşmeye  daha çok  ihtiyacımız vardır.

Bir adım ilerisi ise artık onun düşünüp-tasarladığı, kurduğu eserlerinin ,Asımın Neslinin yeniden diriltilmesine en üst düzeyde milli birlik ve beraberlik  ruhu içinde azami gayret edilmesidir.

Bilhassa geleceğimizi emanet edeceğimiz Asım’ın Nesli:

İmanlı, inançlı, vatan, millet, bayrak  sevgisi ile yoğrulmuş,çok çalışkan ,güzel ahlak başta olmak üzere merhum Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un“ Safahat” adlı külliyatında yer verdiği    değerlerimizle doyurulmuş,gençliğimizin inşa  edilmesi ;geleceğin  Büyük Türkiye hedefinde millî şairimiz ruhunu dinlendirecektir.

Çünkü onun tek istediği; Aziz milletinin değerleriyle bezenmiş, yüksek karakterli, güzel ahlaklı,dürüst, çalışkan ; okuyan, yazan , düşünen; bir milletin  atisi

Bir gençlik olmaktır.

Bu vesileyle;

Bütün samimiyetimizle, Millî Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un ebediyete irtihalinin 84. yıldönümünde hürmet, rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.

Allah rahmet eylesin.

Mekânı Cennet olsun,

Niyet Hayır Akıbet Hayır Olur. İnşallah!

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorum Yap

Yazarın Diğer Yazıları