Milletin Sesi Mehmet Akif -16-

03.12.2020 14:45

Değerli Dostlar!

Akif’in karakterini birkaç özelliğe indirgemek mümkün olmasa da en baskın özellikler olarak şunlardan bahsedebiliriz:

En başta Akif’in tavizsiz ahlakı en önemli özelliği olarak göze çarpmaktadır.

Akif, hiçbir zaman inandığı değerlerden taviz vermemiş bir kimsedir.

Örneğin, Yılmaz Karakoyunlu’nun Bilinmeyen Yönleriyle Mehmet Akif kitabından öğrendiğimize göre; Akif, II. Meşrutiyete kat’i bir şekilde karşı çıkmış, bundan dolayı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye olmuştur. Üye olurken edilen yeminde yer alan; “Cemiyetin bütün emirlerine, bilâkayd ü şart itaat edeceğim.” cümlesinde geçen “kayıtsız şartsız” ifadesine karşı çıkmış, “sadece iyi ve doğru olanlarına” şeklinde yemini değiştirmiştir.

Bir diğer özelliği ise “dava adamlığı” şeklinde tabir edilen mücadeleci ruhudur. Akif, Berlin’den Necid Çöllerine, Lübnan’dan Kastamonu’ya kadar gittiği her yerde inandığı değerleri savunmuş ve bu uğurda canını, malını, tüm varlığını ortaya koymuştur.

Yaşadığı çağda olup biten olaylara karşı tepkisiz kalmamış, imparatorluğun, ümmetin derdi ile dertlenmiştir.

Bu duruma örnek olarak;Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde Almanya’ya yaptığı gezi verilebilir. Hicaz’da İngilizler ile birlikte Osmanlı’ya karşı savaşan esirlere tebliğ yaptığı bu gezi Akif’in ümmetin felahı için ne kadar çabaladığına güzel bir örnektir.
I. Dünya Savaşı ve Mehmet Akif

İslâm toplumu, tarihi boyunca Batı ile 20. yüzyılda olduğu kadar yakın bir temas içinde olmamıştı.

Alenen işgal edilen İslâm topraklarında kurulan sömürge devletler, bunun yapılamadığı yerlerde kurulan manda devletler ve ideolojik dezenformasyon çalışmaları Batı’yı geniş bir coğrafyada muktedir kılmıştı.

Ancak ortada Batı için tehdit niteliğini koruyan unsurlar da vardı. En başta İslâm olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğu ve bünyesindeki bilinçli kitle batı için tehdit sayılıyordu ve amaçlarına ulaşmalarının önünde büyük engellerdi.

İmparatorluk tek başına bir tehdit sayılmıyordu; çünkü gücünü kaybetmişti ve Batı bu devlete çoktan nüfuz etmişti. Ancak onun bünyesindeki bilinçli ‘İslâmcı kitle’ bir risk unsuruydu. Bu kitlenin de Anadolu’daki en büyük temsilcilerinden biri Mehmet Akif ’ti.

Akif, Batı ile hayatı boyunca mücadele etmiş mümtaz bir şahsiyet olmasının yanı sıra, toplumu da bu bağlamda bilinçlenmeye çağırmıştır.

Yıllarca neşrettiği Sebilürreşad dergisi adeta bir okul görevi görmekteydi ve Akif bu dergide yalnızca edebi eserlerini değil, düşünsel çalışmalarını da neşrediyordu. Bu çalışmalar halkı bilinçlendirmek, Hindistan’da Ebu’l Kelam’ın, Mısır’da Abduh’un, Dünya’nın dört bir tarafında Afgani’nin yaptığını Anadolu’da yapmak amacı ile yürütülüyordu. Akif’i çağının diğer Osmanlı aydınlarından ayıran en temel fark da budur.

Mehmet Akif, Sırat-ı Müstakim, IV. 17 Cemaziyülevvel 1328 tarihli 90. Sayı.. Çıkarttığı dergilerle, yaptığı konuşmalarla, ettiği vaazlarla sürekli olarak halkı örgütlü bir direnişe, bilinçlenmeye çağırmıştır.

Çünkü Akif savaşın her şeyden önce bir ‘medeniyet savaşı’ olduğunun bilincine varmıştı.

Akif için I. Dünya Savaşı, I. Dünya Savaşı içinde de Çanakkale Savaşı çok önemli bir yer tutmaktadır.

Çünkü Akif Çanakkale’nin düşmesinin yalnızca Çanakkale’nin düşmesi değil, Şam’ın, Edirne’nin düşmesi, Müslüman ahalinin ve Müslüman hafızanın kaybolması anlamına geldiğinin, en önemlisi ise Batı’nın o boğazdan geçtikten sonra Müslüman coğrafya üzerinde çok güçlü bir iktidar kuracağının bilincindeydi.

Bu bağlamda ‘medeniyet savaşı’ dediğimiz savaşın aslında hak-batıl savaşı olduğu söylenilebilir ki Akif’in yazdıklarından da anladığımız budur.

Berlin’e, Necid Çöllerine yaptığı seyahatler esnasında sürekli olarak Çanakkale’den gelen haberleri takip ettiğini çeşitli kaynaklardan öğrenebiliyoruz.

Aynı zamanda Safahat’ın altıncı kitabında yer alan “Çanakkale Şehitlerine” şiiri de Akif’in bu savaşa ne kadar büyük değer verdiğini göstermektedir.

Akif, İslâm toplumunu uyarmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiştir. I. Dünya Savaşı esnasındaki Berlin seyahatinin ardından yaptığı Necid seyahati de yine toplumu uyarmak ve birtakım diplomatik görüşmeler yapmak amacıyladır.

Şerif Hüseyin’e rağmen Osmanlı’ya bağlı kalan İbnürreşid ile Riyad’da görüşmek için yapılan gezi yaklaşık beş ay kadar sürmüştür.

Gezi sonunda Şam ve Beyrut’a uğrayan Akif, Beyrut’ta ‘Şair-i İslâm’ olarak karşılanmıştır. Kaynaklarda fazla geçmemesine rağmen Akif’in bu sıfatı bizler için çok büyük bir önem teşkil etmektedir.

Akif’in vatan şairi sıfatı herkesçe bilinmektedir.

Ancak ‘İslâm şairi” sıfatı vatan şairi sıfatından daha kapsayıcıdır; çünkü o mücadeleci ruhunu, kararlılığını, azmini ve cesaretini hayatı boyunca İslâm toplumu için, ümmet uğruna harcamıştır.

Akif’in ‘şair-i İslâm’ oluşunu yukarıda saydığımız özelliklerine ve mücadelesine bağlamak mümkündür. Akif’i öne çıkaran bir diğer önemli husus da budur aslında. İslâm’ı ,dönemindeki diğer aydınların kahir ekserisinden daha farklı yorumladığı için kendisine böyle bir yakıştırma yapılmıştır. İslâm’ı yalnızca düşünsel olarak değil, fiili boyutta da yaşanması gereken bir sistem olarak ele almıştır ve bu Akif’i diğer düşünürlerden ayıran en temel özelliklerden biridir.

İslâm medeniyetinin, Özgür İslam Toplumu’nun önemini kavrayan Akif, bundan mütevellit; kendisini bu düşünceyi telkine adamıştır. Aynı zamanda Akif’in ‘İslâmcılık’ düşüncesinin kurucularından sayılmasının bir sebebi de kendisinin bu düşünceleri, hareketleridir.

“(...) Milletler, topla, tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek kaygısına düştüğü zaman yıkılır...”
sözleri de Akif’in toplumsal birliğe, birlikteliğe verdiği önemi göstermektedir.

Millet kelimesi Akif’in bu sözlerinde bir 20. yüzyıl kavramı olan “ulus” anlamında değil “ümmet” anlamında kullanılmıştır. Kelimenin etimolojik kökeni de incelendiği takdirde görülecektir ki millet sözcüğü Arapça, din, mezhep, bir din veya mezhebe mensup cemaat kökünden, ‘mil- la’dan gelmektedir.

Mehmet Akif, buhranlar içinde doğmuş, büyümüş ve ölmüştür.

Mehmet Akif’in, Nasrullah Camii’nde (Kastamonu) 19 Kasım 1920 tarihinde verdiği vaazdan;

Toplumun gördüğü en sıkıntılı dönemlerden biri olduğunun bilincinde olan Akif, bu soruna çeşitli çözüm yolları aramış ve İslâm medeniyetinin Batı materyalizmine, uygarlığına yenik düşmemesi için düşünsel ve fiili boyutta çok çeşitli çalışmalarda bulunmuştur.

Tüm varlığını, canını bu uğurda harcamış ve halkı bilinçlendirmeye çalışmıştır. Aynı zamanda ortadaki savaşın yalnızca silahlarla, mermilerle yapılmadığının da bilincinde olan Akif, savaşın medeniyet savaşı olduğunu da anlatmaya çalış- mıştır.

İdeal gençlik olarak tanımladığı “Asım” da bu savaşın doğurduğu bir karakterdir.

Akif’in anlaşılmasının, aynı zamanda Müslümanların yaşadığımız çağın içindeki mücadelesinin anlaşılması demek olduğunun kavranması gerekmektedir.

Çünkü Akif, mücadelesinin tamamında Müslümanca bir tavır takınmıştır ki bu durum çoğu zaman kendisine olumsuz yönde etki etmiştir. Ancak o davasından, duruşundan asla vazgeçmemiş; elindeki her şeyi pahasına davasını savunmuştur:
“Âh o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl, Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyla sefil, Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrarı hayâsızcasına.”

Akif’in 20. asır için düşündüklerini bu dizeler ile özetlemek mümkündür. Akif, yaşadığı çağı ve yapısını iyi tahlil etmiş ve bu süreçten bir çıkış yolu aramıştır.

Sebilürreşad dergisi hem akademik hem de halk için bir okul görevi görmüş, camii kürsüleri ise halkı mücadeleye davet kürsüleri olarak kullanılmıştır.

Tüm yaptıklarından dolayıdır ki Akif günümüzde dahi idrak edilmeye çalışılmaktadır hâlâ.

Bu bölümde, sizlere Mehmet Akif’in yeniliklere karşı bakış açısı hakkında birkaç söz söylemek istiyorum. Mehmet Akif, Kastamonu’da, Nasrullah Camii’nde verdiği vaazında şöyle der: “Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki ilerlemeleri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu ilerlemeleri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı; fakat kendilerine asla inanmamalı, kapılmamalıdır.”

Batı’ya son derece temkinli ve ölçülü yaklaşan M. Akif, başka bir makalesinde: “Memleketimizde iki sınıf halk görüyoruz: Ne varsa Doğu’da vardır, Batı’ya doğru açılan pencereleri kapatmalıyız, diyenler; ne varsa Batı’da vardır. Aile ortamımızı bile Batılılara açık bulundurmalıyız iddiasına kadar varanlar. Bana öyle geliyor ki ne varsa Doğu’da vardır diyenler, yalnız Batı’yı değil, Doğu’yu da bilmiyorlar, nitekim ne varsa Batı da vardır davasını ileri sürenler, yalnız Doğu’yu değil Batı’yı da tanımıyorlar.” diyerek ülkemizdeki Doğu-Batı hakkındaki ifrat-tefrit arasında gidip gelen fikirleri gözler önüne serer ve Batı’yı da tümüyle yok saymaz.

Avrupa’dan yararlanabileceğimiz hususlarının da olduğunu kabul eden Akif, Avrupa’ya karşı son derece şuurlu bir yaklaşım içindedir: “Alınız ilmini Batı’nın alınız sanatını,/ Veriniz hem de mesainize son süratini.” diyen Akif, Batı’nın ilim ve sanatına yönelmemiz gerektiğine dikkat çekmektedir. “Medeniyyet girebilmiş yalınız fenniyle/ O da sahiplerinin lahik olan izniyle.” diye düşüncelerini belirten Akif, bir yazısında ise şöyle demiştir:

“Aradaki İslâm bağını devam ettirip kuvvetlendirmek şartıyla, Müslüman milletinin irşadını o milletlere mensup aydınlara bırakmalıyız. Bunlar, içinden çıktıkları kavmin, dilini, adetlerini, ruhunu ve huyunu diğer aydınlardan daha iyi bildikleri için daha başarılı olacaklardır. Bu aydınlar kendi kavimlerini okutup yazdırır, ilim ve irfan sahibi eder, servet, ticaret ve sanat hususlarında ilerletmek için geceli gündüzlü çalışırlar. Sonunda ayrı ayrı çalışıp ilerlemiş olan bu Müslüman toplulukların birleşmesiyle ilerlemiş bir Müslüman ümmeti teşekkül eder.”

Bu sözlerine dikkat edersek düşünce yapısında ırkçılık olmayan İslâmi bir milliyetçiliğin bakış açısı vardır.

Akif’in dinde yenilik ve İslâm hakkında ne düşündüğünü, 1912 yılında yazdığı bir tefsir yazısında da görmemiz mümkün.

Al-i İmran sûresinin; “Ey iman eden kimseler, sebat gösteriniz; daima da muharebeye hazır bulununuz. Bununla beraber, Allah’tan her zaman korkunuz ki felah bulasınız.” mealini ele alan Mehmet Akif, tefsirinin bir yerinde de şunları söylemektedir: “Son zamanlarda Müslümanlığı ya büsbütün ortadan kaldırmak isteyenler türedi. Biz bu adamların söylediklerini işittik, yazdıklarını okuduk. “Dini kaldırmalı” diyenlerin dünyadan, “yenilik husule getirmeli” fikrini besleyenlerin de dinden alabildiğine habersiz olduklarına iman ettik.” Evet, bu adamlar milyonlarca halkın hissiyatına, harekatına hâkim olan ruh-i ezeliyi görmeyecek kadar gaflet gösterseler; dini kaldırmanın ne lüzumunu, ne de imkânını hayal edemezlerdi. Bunun gibi, şeriatın hakiki kimliğine dair azıcık bilgi edinmiş olsalardı; dine yenilik sokmak şöyle dursun, onun en eski yani en kusursuz, gerçek şekline geri dönmenin vaz- geçilemeyecek ihtiyacını gözleriyle görürlerdi.”

Onun asıl amacı İslâm’ı yaşayan bir toplum olmak, insanlara İslâm’ı yaşayarak daha iyi yerlere gelinebileceğini göstermekti.

Bu yüzden İslâm topluluklarının Hıristiyan, Yahudi dünyası karşısında geri kalışına üzülüyordu. Ona göre insan, bir toplum; inançla, dürüstlülükle, dinle ve çalışmakla yükselirdi.

Bir milletin geride kalmasının da bunlara uymayıp tamamen özentilik ve haysiyetini kaybetmenin bir sonucu olduğunu savunurdu.

Gerçekçi ve doğaldı, insanlığın arasına dalıp çeşitli hayatları inceler, şiirlerinde toplumsal sorunları, gereklilikleri, olması gerekenleri, vazgeçilmesi gerekilenleri başköşeye yerleştirir, dönemin dinleyenlerine önemli öğütlerde bulunurdu.

Hurafelerle ve bunun gibi çeşitli sapkın inançlarla bir toplum sahip olduğu konumundan düşer, özelliğini yitirir, egoist devletlerin oyuncağı olurdu ona göre.
Mehmet Akif’in Eşref Edip ile çıkardıkları Sırat-ı Müstakim dergisi İslâmî akımın yayın organı durumunda olmasıyla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nu geride bırakan ve Batı’yı üstün tutan sebepler üzerine
yoğunlaşmışlardı.

Akif, bu konudaki doğrunun İslâm’a, bizi en doğru yola götüren Kur’an-ı Kerim’e yaklaşmak olduğunu savunmuş ve kimi kişiler de onu desteklemiştir.

Ancak bazı aydınlar geri kalmışlığımızı İslâm’a bağlamış, eğer dinden uzaklaşırsak gerilikten de uzaklaşmış olup o çok modern (!) devletlerle eşdeğer olacağımızı savunmuştur:

“Fransız’ın nesi var? Fuhşu bir de günahı; Kapıştı bunları yirminci asrın evladı! Alman’ın nesi var? Zevki okşayan birası; Unuttu ayranı bunağa döndü kahrolası! Heriflerin, hani dünya kadar yenilikleri var; Ulumu var, edebiyatı var, sanayi var
Giden bir avuç olsa getirse memlekete Döner muhitimiz elbet muhit-i marifete.”dizelerinde medeniyet denen şeyin aslında ahlaksızlık olduğunu anlatmıştır.

Ayrıca Akif, Doğu ülkelerinin Batı ülkelerine kıyasla geriden takip etmesine üzülmüştür.

Bir de Japonlara bakalım, ne de olsa onlar da Doğulu. Az bir zamanda nasıl böyle ilerlediler de Müslüman devletler geriden geldi? Bunu da şöyle özetleyebiliriz: İslâm’ın bütün feyizli ruhu Buda şekline bürünmüş ve orada kendini göstermiş, Müslümanlığın gerektirdiği tüm güzel huyları Japonlar zaten almıştır.

Oraya yalnız Batı’nın ilim ve tekniği girmiştir:
“O küçük boylu, büyük milletin insanı bugün Siz gidin halis İslâm’ı Japonlarda görün Müslümanlıktaki temeli, sıyanette (korumak) ferid Müslüman demek için eksiği yalnız tevhit.”

Mehmet Akif de kültür değiştirmeye tepki göstermiş, kendi milletimizin daha değerli olduğunu, aslında kulağa hoş gelen başka milletlerin alışkanlıklarının birer hiçlikten ibaret olduğunu defalarca dile getirmiştir.

Akif evrenseldir.

Biz bu adamların söylediklerini işittik, yazdıklarını okuduk. “Dini kaldırmalı” diyenlerin dünyadan, “yenilik husule getirmeli” fikrini besleyenlerin de dinden alabildiğine habersiz olduklarına iman ettik.” Evet, bu adamlar milyonlarca halkın hissiyatına, harekatına hâkim olan ruh-i ezeliyi görmeyecek kadar gaflet gösterseler; dini kaldırmanın ne lüzumunu, ne de imkânını hayal edemezlerdi. Bunun gibi, şeriatın hakiki kimliğine dair azıcık bilgi edinmiş olsalardı; dine yenilik sokmak şöyle dursun, onun en eski yani en kusursuz, gerçek şekline geri dönmenin vazgeçilemeyecek ihtiyacını gözleriyle görürlerdi.”

Onun asıl amacı İslâm’ı yaşayan bir toplum olmak, insanlara İslâm’ı yaşayarak daha iyi yerlere gelinebileceğini göstermekti.
Bu yüzden İslâm topluluklarının Hıristiyan, Yahudi dünyası karşısında geri kalışına üzülüyordu.

Ona göre insan, bir toplum; inançla, dürüstlülükle, dinle ve çalışmakla yükselirdi.

Bir milletin geride kalmasının da bunlara uymayıp tamamen özentilik ve haysiyetini kaybetmenin bir sonucu olduğunu savunurdu.

Gerçekçi ve doğaldı, insanlığın arasına dalıp çeşitli hayatları inceler, şiirlerinde toplumsal sorunları, gereklilikleri, olması gerekenleri, vazgeçilmesi gerekilenleri başköşeye yerleştirir, dönemin dinleyenlerine önemli öğütlerde bulunurdu.

Hurafelerle ve bunun gibi çeşitli sapkın inançlarla bir toplum sahip olduğu konumundan düşer, özelliğini yitirir, egoist devletlerin oyuncağı olurdu ona göre.

Mehmet Akif’in Eşref Edip ile çıkardıkları Sırat-ı Müstakim dergisi İslâmî akımın yayın organı durumunda olmasıyla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu’nu geride bırakan ve Batı’yı üstün tutan sebepler üzerine yoğunlaşmışlardı. Akif, bu konudaki doğrunun islam’a, bizi en doğru yola götüren Kur’an-ı Kerim’e yaklaşmak olduğunu savunmuş ve kimi kişiler de
onu desteklemiştir.

Ancak bazı aydınlar geri kalmışlığımızı İslâm’a bağlamış, eğer dinden uzaklaşırsak gerilikten de uzaklaşmış olup o çok modern (!) devletlerle eşdeğer olacağımızı savunmuştur:

Değerli Dostlar!

Ayrıca bir dert vardı, kendi çapında, hatta ülkemiz çapında büyük bir dert. Aydınların anlamak istemedikleri bir konuydu din.

Dini ilerlemeye engel sanıyorlardı. Yanlış bir düşünceydi, çünkü bahsettiğimiz din “İslâm”dı. Onlar bu konuda bir dereceye kadar mazurdular; çünkü yalnız bugünkü Müslümanlara bakıyorlardı. Hâlbuki: “Müslümanlık denilen ruh-i ilahi arasak,/ Müslümanız diyen insan yığınından ne uzak!” demişti Akif.

Onlar İslâm’ın ruhunu görmek için sadece geriye dönerek İslâm’ın başladığı devreye bakmalılardı. Ayrıca aydınlar ve halk arasında büyük bir uçurum vardı. Oysaki bir milletin aydınları beyindir, halk ise beden. Beyin ile beden arasındaki iletişimsizliğin sonu felçtir. Milletimizin felçli hâlini şu dizelerle şekillendirelim. Aydınların ne dediklerini inceleyelim:

“Batının efkârını mal etmeli şarkın beyni; Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan yani: Bir de halka bakalım, aydınların düşüncelerinin tam tersi, Yenilik namına vahiy inse kabul eylememek şöyle dursun o düzeltme ki dışarıdan gelecek.”
Bu karışık geçmişimizi bugün düzenlememiz, yoluna koymamız gerekirken, milletimiz hâlâ kimliğimizi kaybetmemize sonuç olan oyunlara gelmektedir.

Akif şu dizelerde tüm öğütlerini bir araya toparlamış, Müslümanlığın özünü aktarmıştır: “Cesaret dini, gayret dini ancak Müslümanlıktır;/ Hakiki Müslümanlık en büyük kahramanlıktır.”

Akif herhangi bir şair değildi; o ancak dininin, mücadelesinin şairiydi. O, Osmanlının son çığlığı, Kurtuluş Savaşı’nın manevi lideriydi.

Son olarak şunu söylemek istiyorum; yazımın başındada belirttiğim gibi benlik kaybının yaşanmaması için büyük bir çaba sarf etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Çünkü benlik kaybı, Türkiye Cumhuriyeti’ni en az iki asır geriye atmakla eşdeğerdir.

Bu durum kendimizi yeniden inşa etmek anlamında olacağı gibi İstiklal Marşı’mızı da tehlikeye sokar ve bu milletçe içine düşeceğimiz en büyük kâbuslardan olur. Şehitlerimizin yüzlerinde nasıl bakar, dökülen her bir damla kanın hakkını nasıl öderiz? Allah bizlere benliğimizi kaybettirmesin. “İstiklal” şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un da dediği gibi: “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!”

Mehmet Akif, Batı’nın ortaya çıkan tekniğe ve ekonomiye dayalı üstünlüğünü aynı zamanda bir medeniyet ve kültür üstünlüğü olarak sunmasını, başkalarını da yaşamayı hak etmeyen barbarlar olarak göstermesinin nasıl bir zihinsel çarpıtma olduğunu biliyordu. ‘Medeniyet’ kelimesi Mehmet Akif’in şiirlerinde sıkça geçen bir kelimedir. Vatanına armağan ettiği İstiklal Marşı’nda medeniyeti şöyle dile getiriyor;

“Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar. Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar, ‘Medeniyet! ‘ dediğin tek dişi kalmış canavar?”

Batı yaptığı sömürgecilik ve barbarlığın üstünü “medeniyet” diyerek kapatmıştır.

Akif ise onların kullandıkları medeniyet kavramını yaşlı, tek dişi kalmış bir canavara benzetmiştir. Mehmet Akif kaleme aldığı “Tükürün” adlı şiirinde de şöyle sesleniyor halka:,

“Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!
Tükürün ehl-i salibin o hayâsız yüzüne! Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!

Medeniyet denilen maskara mahlûku görün: Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!”

O günlerde, “Tek bir medeniyet vardır, o da Batı medeniyetidir” şeklinde bir düşünceye sahip olan Abdullah Cevdet gibi bazı aydınlar, Osmanlı’nın geri kalışını dine dayandırmakta, ilerleyebilmemiz için Batı’nın bütün fikirlerini kabul etmemiz gerektiğini, bunun için gerekirse “Allah” inancının dahi terk edilebileceğini ileri sürmektedirler. Dönemin önemli isimlerinden Said Halim Paşa, aydınların bu hâlini şöyle anlatır: “Bu aydın sınıf, Batı medeniyetinin tesiri altında şahsiyetini kaybetmiş ve aşırı derecede Batı hayranlığına müptela olmuştur. Daha da fenası bu aydınlar millî kurtuluşumuzun çaresini, kendilerinin tutulduğu bu hastalığın bütün memlekete yayılmasında görmektedirler.”

“Medeniyet girebilmiş yalınız fenniyle/ O da sahiplerinin lâhik olan izniyle.” diyen Mehmet Akif, bu mısralarda medeniyet ile fennin, bilimin yakınlığını ortaya koyar. Safahat’ın ikinci kitabı olan “Süleymaniye Kürsüsünden” adlı şiirinde geçen bu mısralarda, Batı medeniyetinin sadece ilmini ve fennini almamız gerektiği düşüncesi verilir.

Akif Batı ile ilişkilerimizde Japonları örnek almamız gerektiğini ifade eder. Onlar Batı’nın yalnız ilmini, fennini almış, kültürel değerlerinden uzak durmuşlardır. Mehmet Akif, Batı’nın kıymetli, işimize yarayacak eşyalarını almamızda bir sakınca görmemiştir. Ancak “moda” gibi millî bünyemize uymayan çirkinliklerin ülkemize girmesini de istememiştir.

Mehmet Akif bu düşüncelerini şu mısralarla ifade eder: “Garb’ın eşyası, eğer kıymeti hâizse yürür/ Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür.” Bu dönemde Avrupa’da olan birtakım gelişmelerden sonra Avrupa büyük bir adım atmış ve sosyal yapıda değişiklikler meydana gelmiştir. Bu değişiklikler yalnızca Avrupa’da değil neredeyse tüm dünya üzerinde etkisini göstermiştir. Yani Osmanlı ve diğer medeniyetler Avrupa’daki bu gelişmelere ayak uydurmaya çalışmışlardır. Modernleşme adı altında başlayan bu durum Tanzimat döneminde başlamış sonralarda Cumhuriyet döneminde yapılan harflerin değişimi, medeni kanunun kabulü, tekke ve zaviyelerin kapatılması, kızların ve erkeklerin aynı okulda eğitim görmesi ve kılık kıyafet kanununda yapılan değişiklikler ile devam etmiştir ve hâlâ günümüze kadar da etkisini sürdürmüştür.

Osmanlı’da yaşayan genç Türkler modernleşmeyi son derece yanlış anlamış ve Batı’yı taklit etmeye başlamışlardır.

Avrupa yiyeceğinden içeceğine, kıyafetinden eğlencesine, eğitiminden dini görüşüne kadar Osmanlı’dan çok farklı bir yapıya sahiptir.

Osmanlı’daki genç Türklerin Batı’ya özenip Batı’yı taklit etmeleri sonucunda kendi benliğinden, kültüründen, eğitiminden ve hatta dininden uzak bir nesil oluşmaya başlamıştır.

Akif döneminde Avrupa’ya gitmek aydınlar arasında adeta moda olmuştur. Herkes mutlaka bir vesile ile gider ve çoğu hayranlıkla dönerdi.

Akif de Berlin’e gidenler arasındaydı döndüğünde biri sordu: “Berlin’de ne var ne yok, üstat?” Akif şöyle cevap verdi: “Ne olsun... Gördüğüm kadarıyla yaşayışları dinimiz gibi dinleri yaşayışlarımız gibi.” Akif gözlemci olarak Avrupalıların yaşayışı ve bizim yaşayışımız asında ilişki kurup dersler çıkarmıştır; ama çoğu kişi için durum aynı değildir. Etraf, Avrupa’ya tahsile gidip döndükten sonra bize ait bütün değerleri hor gören gurur abidesi insanlarla doluydu.

Bunlardan birini Akif şöyle uyarmak zorunda kalmıştı: “Siz insanlara eskiden Fatih minaresinden bakardınız, şimdi Eiffel kulesinden mi bakıyorsunuz?” Bu tür Avrupa yobazlarının bazıları işi daha da ileri götürerek Fransızca kelimelerle konuşmayı moda gibi görüyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki bugün Türkçeyi bilim dili olarak görmek istemeyenlerin dedeleri de bunlardı. Bu tipleri Akif gibi halkta beğenmez ve eleştirirdi.

Akif, Avrupa’ya gidenlerin çoğu gibi orada şaşkın ve aylak aylak dolaşmak yerine, bir zamanlar korkuyla karışık hayranlıkla Türk’ün gelenek ve medeniyetini öğrenmeye çalışanların hangi sebeplerle Avrupa medeniyetini kurduklarını araştırmış ve bu amaçla onların eserlerini titizlikle okumuştu. Bu yüzden Avrupa ile ilgili hemen her konuda münevverlere cevap verir, verdiği örneklere ise “Avrupa ayetleri” derdi. Onlara; “Durun ben size Avrupa ayetleri okuyayım.” Der, mevzubahis olan meselede Avrupa âlimlerinin neler dediklerini, hangi memleketlerde o meselenin nasıl tatbik edildiğini sayar, döker nihayet muhatabını yola getirirdi.

Batılaşma, modernleşmenin ve çağdaşlaşmanın ürünüdür; ilerlemede, teknolojide, eğitimde, sanatta gündelik hayatın gelişmesinde bir ölçü birimi olmuş ve bu gelişmenin gerisinde kalan ülkeler bunları örnek almışlardır. Buna Batılaşma denir. Osmanlı’yı son dönemlerinde kurtarmak için bazı fikir akımları oluşmuştur.

Bunlardan biri de Batılaşmadır.

Osmanlı’da yaşayan Batılı eğitim almış Jön Türkler Batı fikrini yanlış benimsemişlerdir. Mehmet Akif’se bu Batılı fikrin Osmanlı’yı daha çok bataklığa sürükleyeceğini düşünmüştür.

Akif “Çanakkale Şehitlerine” şiirinde kaleme aldığı dörtlükte şöyle seslenir:

“Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tahaşşüt ki ufuklar kapalı! Nerde gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’

Dedirir yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi yahut kafesi!

Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tufan gibi, mahşer mahşer.”

Bu dizelerde Akif Batı’nın gelişememiş olan devletler üzerinde silahlarıyla baskı kurduklarını anlatmıştır. Yaptıkları sömürgelerle özellikle Doğu’daki Müslüman devletler üzerinde barbarlıklarını göstermişlerdir.

Mehmet Akif, Kastamonu’da, Nasrullah Camii’nde Müslüman halka verdiği vaazında ise şöyle der: “Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkileri ile ölçmek katiyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı,kapılmamalıdır.” (Sebilürreşad, 1339, s. 250) Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi Batı tamamıyla kabul edilmemelidir, yalnızca yaşadığımız dine uygun yenilikler benimsenmelidir. Sömürgecilik ve vahşet Müslümanlığa ne kadar zıt ise ilmini ve fennini almak bir o kadar doğru olacaktır.

“Alınız ilmini Garb’ın, alınız sanatını,

Veriniz hem de mesainize son süratini.” diyen Mehmet Akif, yine Batı’nın ilim ve sanat yönünü ön plana çıkarmakta ve Batı’nın ilim ve sanat cihetine yönelmemiz gerektiğini ifade etmektedir. Hâlâ günümüzde de tıpkı Osmanlı’nın yıkılışında ki gibi modernleşmeden etkileniyoruz. Batı’nın çağdaşlaşmasını ülkemizin gençleri giyim kuşam olarak görüyor. Televizyonda çıkan moda programları gençleri son derecede etkiliyor ve Batı’nın gelişmesini sadece giyim kuşamla sınırlandırıyor. Avrupa’nın bilimde, teknolojide önde olduğunu gördüğü hâlde kendisini geliştirmek için çaba sarf etmiyor ve bu durum “Asım’ın Nesli”ni hedefleyen Akif’in biliyorum ki kemiklerini sızlatıyor...

Akif’in karşılaştırma yaptığı unsurlar sadece mekân ve kurumlar değildir...

Çalışkanlık, adalet, medeniyet, bilim gibi unsurlarda yaptığı karşılaştırmalar da tıpkı diğerleri gibi çok önemli noktalara vurgu yapmaktadır. Bunlar arasında ise çağdaşlaşmadan ve modernleşmeden yoksun olan Doğu dünyasına; “Ey koca şark, ey ebedi meskenet!” şeklinde seslemektedir ve serzenişini şu şekilde dile getirmektedir: “Ey cemaat, yeter Allah için olsun, uyanın.../ Sesi pek müthiş öter sonra kulaklarında çanın!” Bu geri kalmışlığın nedenini Akif; İslam dünyasının çalışmayı ve bilimi bırakması, sahte tevekkül ve yanlış bir sabır anlayışı ile yokluğa, darlığa, geri kalmışlığa sabretmeleri olarak yorumlar. Akif’e göre ise sabır, yokluğa ve geri kalmışlığa sabretmekten ziyade bolluğa ulaşırken ve ilerlerken karşısına çıkan zorlulara kat- lanılmasıdır.

Zira Akif’in ideal gençlik projesi olan Asım’ı ilim tahsil etmesi için Avrupa’ya göndermeden önce Hocazade’nin ağzından şu öğütleri verir:

“İnkılabın yolu mademki bu yoldur yalnız, “Neredesin hey gidi Berlin?” diyerek yollanınız. Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek...

Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek! Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz; Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz. Şark’ın aguşu açıktır o zaman işte size;

O zaman varmanın imkânı olur gayenize.”

Akif’in bu sözleri bugün bile önemini korumaktadır.

Bir de Akif’in Doğu’nun geri kalmışlığının nedenlerini nasıl yorumladığına değinmek istiyorum. Bir vaazında Akif, Doğu’nun geri kalmışlığının nedenini şöyle yorumlamaktadır: “Biz Müslümanlar bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Atalete, sefahate, ahlaksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğince terakki ettiler. Görüyorsunuz ki denizlerin diplerinde gemiler yüzdürüyorlar.Göklerde ordular dolaştırıyorlar.” Bir şiirinde ise yine aynı noktaya vurgu yapmaktadır:
“Felaketin en başı, hiç şüphe yok, cehaletimiz; Bu derde çare bulunmaz -ne olsa- mektepsiz. Ne Kürt elifbeyi sökmüş, ne Türk okur, ne Arap; Ne Çerkez’in, ne Laz’ın var bakın, elinde bir kitap! Hülasa milletin efradı bilgiden mahrum. Unutmayın şunu lakin: ‘Zaman: Zaman-ı ulûm”

Akif milletin uyanması için çok uğraşmış ve şiirlerini bunun için kaleme almıştır. Dönemin hâkim olan sanat anlayışına yani “Sanat, sanat içindir.” anlayışına karşı çıkmış ve şiirlerini “Sanat, toplum içindir.” anlayışı ile yazmıştır. “Ne tasannu’ bilirim, çünkü ne sanatkârım.” dizesinde gösterdiği yüksek tevazu ile aslında dönemin şiir anlayışına uymadığını söylemiştir. Yoksa bu dizeyi tek başına tevazu ya da tek başına Akif’in bir itirafı olarak almak yanlış olacaktır. Yine bu sanat anlayış içinde yazdığı bir şiirinde; “Dönün de atıl olan Şark’ı seyredin; ne geri!/ Yakında kalmayacak yeryüzünde belki eseri.” şeklinde bir dizeye yer vermiştir.

Mehmet Akif Ersoy, geri kalmışlığın nedenlerinden biri olarak da Batı’ya ilim tahsiline gönderilen kişilerin Türklüğünü ve Müslümanlığını yitirmesi yani kendisine yabancılaşması olarak görür. Binbir zorluklarla dışarıya eğitime gönderilen kimselerin bazılarının yararlı bilgi ve tecrübeler ile geri gelmesine karşın bazılarının kendi öz değerlerini red ve inkâr ederek adeta Garplılaşmasını ve yabancılaşmasını halkın eğitim öğretime ve Batı’ya olan düşmanlığının artmasının nedeni olarak görür. “

Süleymaniye Kürsüsünde”de bu görüşlerini şöyle dile getirir:

“Hali ıslah edecekler diyerek kaç senedir,

Bekleyip durduğumuz züppelerin tavırları nedir?

Bir selamet yolu varmış O da neymiş? Mutlak, Dini kökten kazımak. Sonra, evet, Ruslaşmak! O zaman iş bitecekmiş... O zaman kızlarımız Şu tutundukları gayet kaba, pek manasız Örtüden sıyrılacak... Sonra da erkeklerden, Analık ilmini tahsil edecekmiş... Zaten, Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş;”

Yine aynı şiirde yer alan şu ifadelere de değinilmesi gerekir:

“Al okut, “Avrupa tahsili...” desinler, gönder, Servetinden bölerek namütenahi para ver; Sonra bir bak ki meğer karga imiş beslediğin! Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin! Sade bir fuhşumuz eksikti, evet Ruslardan Onu ikmal ediverdik mi, bizimdir meydan! Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne

Acırım tükürüğe billahi, tükürsem yüzüne, Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lâzım... Şu kadar vermelisin” kahrolayım kaçmazdım, Elverir sardığımız bunları halkın başına...”

Sözlerimi Akif’in dilinden geleceğin Türkiye’sini dile getirerek noktalamak istiyorum.

“Sayısız mektep açılmış: Kadın, erkek okuyor; İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor. Mülkü baştanbaşa imar edecek şirketler: Halkın irşadına hadim yeni cemiyetler, Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor; Gemiler sahile boydan boya servet taşıyor...”

Mehmet Akif çok yönlü bir insandır. İnançlarında ve davranışlarında samimiyetinin yanı sıra fedakârlık ve çalışkanlık onun meziyetleri arasındadır. Ümmetin içinde bulunduğu kaos ortamından kurtulabilmesi için en ufak bir ışık gördüğünde bütün gücüyle onu desteklemiş ve yanında olmuştur. Bir bakarsınız Akif bir mücadele adamıdır. Bir bakarsınız çileli, öfkeli, isyancı bir şair, bir bakmışsınız düşünen, tefekkür eden, en ince ayrıntılarına kadar İslâm düşüncesinin gelişimini, geçmişini ve çağını inceleyen bir fikir adamıdır.

“Niyet Hayır, Akibet Hayır”

Olur.

İnşaallah

Haftaya buluşmak üzere

Kalın sağlıcakla...

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorum Yap

Yazarın Diğer Yazıları