Medarı iftiharımız Nobel ödüllü Prof. Dr. Aziz Sancar -4-

22.01.2021 11:12

Değerli Dostlar !

Cumanız mübarek olsun.

Türk milletinin yüz akı, Aziz Sancar Hocamız diyorki ;

“Nobel almak güzel ama oraya giden yol daha güzel.
...
Amerika’da sevinçli olduğum zaman “ Üsküdar’a giderken aldı da bir Yağmur’u“ dinlerim, hüzünlü olduğum zaman “ uzun ince bir yoldayım“ dinler ağlarım.
...
“Allah’tan tek dileğim hem kız, hem erkek çocuklarımıza başarımla, biz de yapabiliriz özgüveni vermiş olmaktır.
...
Umarım yeni kuşak çocuklarımız seçtikleri her alanda büyük başarılara ulaşır ve güzel Mardin’imize, Vatanımızı Türkiye’nin en önde gelen bilim ve sanat odaklarından biri yaparlar.”

Prof. Dr. Aziz Sancar

PROF. DR. AZİZ SANCAR’IN KENDİ KALEMİNDEN YAŞAM ÖYKÜSÜ(•1)

“ 11 Mart 1890’da, Berlin Şehir binasının şölen salonunda yüzlerce davetli için beş saatlik bir ziyafet düzenlendi. Bir muhteşemlik festivaliydi, belki de bilim tarihinde eşi benzeri olmayan bir şölendi. Şamdanlı geniş oda, palmiye ağaçlarla, defneyapraklarıyla süslenmiş ve odanın bir ucunu 5 metre yüksekliğinde, Berlin Kongresinde Türk İmparatorluğunu bölen Bismark ve diğer Avrupalı devlet adamlarının yağlı boya tablosu kaplıyordu.”

Bu paragrafı ilk olarak 2004’de John Buckingham’ın kimya tarihi hakkındaki “Chasing the Molecule (Molekülün Peşinde)” adlı mükemmel kitabında okudum. Şölen, kimyasal yapı teorisinin(bu teori, bütün moleküllerin 3 boyutlu yapılarda oluştuğunu belirtir) moleküler yapısını bularak büyük bir çıkış yapan kâşif Kekule için yapıldı. Benzolfest’in temasından ve kimya şöleninden etkilendim ama o dönemdeki Avrupalıların soylu tutumlarına ve belli ki yazarın “Türk İmparatorluğunun paylaşılması” anlatımına hayran kaldım. Bu iki konu, bilim ve Türk ulusu(Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti), sıralama fark etmeksizin kendimi bildim bileli aklıma hükmediyor. Bir Türk vatanseveri olarak büyüdüm ve hala daha öyleyim ayrıca bilim adamı olmayı amaçlayan ve sonrasında bunu icra eden biriyim.

İlk yıllar

Abdülgani ve Meryem Sancar’ın sekiz çocuğunun yedincisi olarak, Mardin’in Savur denilen küçük ilçesinde 8 Eylül 1946’da dünyaya geldim. Ayrıca iki üvey erkek kardeşim vardı. Babam çiftçi iken, annem, ev ve çocuklarla ilgileniyordu. O günün standartlarına göre orta sınıf bir aile idik. Her zaman yeterli yiyeceğimiz vardı ama ayakkabı bizim için bir lükstü ve 7.sınıfa kadar tek bir ayakkabıyı sadece okula giderken giyerdik. Çocukluğumun çoğunu evimizin alt kısmında yer alan bize hem gelir hem de besin kaynağı sağlayan vadide, meyve ve sebze ağaçlarının altında uzanarak geçirdim. Ayrıca bize yıl boyunca hem et hem de süt sağlayan hayvanlarımız vardı. Çocukluğumun en mutlu zamanları ise baharda bahçemizde açan çiçeklerdi. O dönemlerde İslam hakkında bilgi edinmeye başlamıştım ve cennetin, badem ağaçlarının çiçek verdiği dönemde arka bahçemiz gibi gözükmesi gerektiğine inanıyordum.

Kısacası, çiftçilikten pek haz almadım. Sebze bahçesindeki balkonlar, taşlarla yerinde duruyordu ve harçsız yapıldığından ben ve erkek kardeşlerimin sürekli bakımlarına ihtiyaç duymaktaydı. Ceviz toplamak zor bir işti ve en küçük çocuklardan biri olarak, tüm cevizlerin düştüğüne emin olmak için ağaçların en tepelerine çıkmak zorundaydım. En kötüsü ise, yavru keçileri gütmekti çünkü yedi yaşındaki küçük bir çocuktan çok daha hızlı koşuyorlardı. Küçük kardeşim ve ben onları gütmekten sorumluyduk. Ve babamız aradan kaybolanları fark etmeden önce onları bulmak için yorucu saatler geçirmek zorunda kalıyorduk.

Geniş ailem çocukluğumun ilk dönemlerinde çok önemli bir rol aldı. Amcalarım, yengelerim ve kuzenlerimin çoğu Savur’da yaşıyorlardı ve uzak illerden bizi ziyaret eden birçok yakınımız oluyordu. Mardin’deki Şevket amcam ve ailesini ziyaret etmek başka bir önemli noktaydı. Mardin, M.Ö. 1100 – M.Ö. 1300’den kalan güzel mimarisiyle bilinen bir şehirdi.

Amcamızın evinin çatısındaki geniş yataklarda yatmak bizim için bir ödüldü. Uykuya dalarken yakındaki iki Suriye kasabasının ufukta yansıyan ışıklarını izlerdim ve sabahları evimizin 200 metre yakınında bulunan tarihi bu Şehidiye Camiinden gelen ezan sesiyle uyanırdım.

İlk idollerim

Eğitimimin ilk yıllarında bende en büyük izi bırakan üç kişi, Mustafa Kemal Atatürk’e ek olarak; annem Meryem, babam Abdülgani ve en büyük abim Kenan’dı.

1911’de başlayarak, 1922’ye kadar süren Türk Kurtuluş Savaşı’na kadar, Osmanlı İmparatorluğu sürekli olarak Avrupalılar tarafından tehdit edilen; Türk Devleti birlikteliği bozulması istenen, devamlı savaş halinde olan bir ülkeydi. Bu durum da, nüfus ve bereketli toprakların kaybı yüzünden, ülkeyi ekonomik olarak çok yormuştu.

Bu ekonomik zorluk ve karışıklık içerisinde dedem ve babam jenerasyonundakilerinin çoğu ilköğrenim hakkını bile elde edemedi.

Mustafa Kemal Atatürk, işgalci Avrupa devletlerine karşı modern Türkiye Cumhuriyeti’ne yol açan Kurtuluş Savaşını yönetti ve kazandı. Yeni cumhuriyet bütün Türk halkına uyabilecek bir sistem geliştirmeye büyük önem verdi.

Kısa bir süre içerisinde ülke çapında yeni okullar açıldı ve bu okullarda Atatürk’ün eğitimli vatandaşlık vizyonuna bağlı, ülkeleri hakkında idealist olan ve ülkenin geleceği hakkında umutlu olan öğretmenlere görevler verildi. Sonuç olarak; ebeveynlerim ve dedelerimin aksine Türkiye’nin gelişmemiş, kırsal bölgesinde olmama rağmen ülkemin tarihiyle ilgili bana gurur veren ve muhteşem başarıları hakkında bana güven veren harika bir eğitim alma şansı elde ettim.

Annem, Savur’un yanındaki küçük bir köyün imamının okuma yazması olmayan bir kızıydı. Okuma yazması olmamasına rağmen annem, tanıdığım en zeki kadın idi. Annem ileri düşünceliydi ve neredeyse Atatürk’e tapıyordu. Bütün çocukları onun ısrarları sayesinde eğitimlerinde başarılı oldu.

Babam bildiğim en çalışkan insandı. Benim idolümdü ve hâlâ da öyle. En büyük ağabeyim Kenan, bana okuma-yazmayı beş yaşımdayken öğretti ve bu sayede okula, sınıf arkadaşlarımdan daha önde başladım. Ayrıca, Kenan eğitim ve sıkı çalışmayla mükemmeliyet ve ilerlemenin takipçisi olarak benim için bir rol modeldi.

Kenan; Harp Okuluna girerek, ailemizde yükseköğrenime giren ilk kişi oldu. Kariyeri boyunca, kendi arkadaşları ve iş arkadaşlarının arasında adilliği, sıkı çalışması ve kararlılığı ile çok saygı gördü ve son olarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinde tuğgenerallik rütbesine yükseldi.

Kariyer Kararları

Savur’daki ilköğretim yıllarında ve Mardin’deki ortaöğretim yıllarında sınıfımda ilk sıradaydım. En sevdiğim derslerim; Matematik, Türkçe, Fransızca ve Kimya idi. Onuncu sınıfta mükemmel bir kimya öğretmenim beni kimyager olmaya yöneltti. Ancak akademisyenlik benim tek ilgim değildi. Dünyadaki her erkek çocuğu gibi ben de futbol oynayarak büyüdüm. Mardin Lisesinde, Savur spor ve Mezopotamya sporda kaleci olarak oynadım. Bu işte iyi idim çünkü reflekslerim çok hızlıydı ve korkusuzdum. Çoğu zaman takım arkadaşlarım beni omuzlarında taşıdılar çünkü oyunu kazanmamızı sağlayan kritik kurtarışlar yaptım. Bu süre boyunca Türk Futbol Federasyonu tarafından 18 yaş altı bölgesel denemelere katılmam istendi. Türk Ulusal Takımlarında oynamak benim hayallerimden biri olmasına rağmen bu denemelere katılmamayı tercih ettim çünkü boyumun ve kilomun ulusal düzeyde oynayabilecek düzeyde olmadığını düşünüyordum. Onuncu sınıfta futbolu bırakmama rağmen, futbola olan sevgim hala sürmektedir ve Türk- Amerikan Ulusal Takımlarının(Galatasaray, North Carolina ve Chapel Hill kadın futbol takımının) sıkı bir taraftarıyım.

Liseden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi’nde Kimya(Anabilim) dalı için sınava girdim, Mardin’den beş arkadaşım da bana bu konuda önerilerde bulundu. Hatta tıp okulu için de sınava girdim. Her iki sınavda da başarılı oldum. Fakat arkadaşlarım kimyada devam etmem yerine beni tıbbi bilimler konusunda ikna ettiler ve Kasım 1963’de tıp okuluna başladım.

Tıp Okulu

İstanbul gibi kozmopolit bir şehre gelmenin bazı avantajları ve dezavantajları vardı. Alevi, Ermeni, Yahudi, Yunan, Kürt asıllı birçok Türk ile arkadaşlıklar kurdum.

Bu durum özellikle Balkan Birinci Dünya Savaşı’nın dinin ve yobazlığın getirmiş olduğu korkunç etkileri konusunda benim dünyamı aydınlattı. Benim birçoğu Yahudi olan profesörlerim, İkinci Dünya Savaşından önce ve sonra Almanya’dan ve yakın ülkelerinden kaçmıştı.

Çoğu, alanlarında çok iyi bir eğitici olmalarına rağmen, Avrupa’dan reddedildikleri için Türkiye’ye gelip buradaki eğitim sistemini Avrupa standartlarına çıkartmayı amaçlamaktaydı. Türk ulusu bu insanlara bilim, eğitim hatta dilbilimi konusunda vermiş oldukları katkılardan ötürü büyük minnettarlık borçludur.

Türkiye’de üst düzeyde bir tıp okuluna katılmanın en büyük dezavantajı başaramamak korkusudur. Mardin’deki okulumu birincilikle bitirmeme rağmen burada Türkiye’nin en iyi özel ve devlet okullarından gelen arkadaşlarım yanımdaydı ve ben arkadaşlarıma da kozmopolit bir şehirde geri kalmış Güneydoğu’dan gelen bir öğrencinin nasıl başarabileceğini göstermeye kararlıydım.

Kendimi diğerlerinden ayrı tutarak bu başarımı, tamamen çalışmalarıma vererek yapabileceğime karar verdim. İstanbul’da tiyatroya, konsere ya da bir oyuna hiç gitmedim. Benim tek dayanağım o dönem Komünist Uluslararası akınlara karşı önem kazanan Türk Milliyetçilik akımının içinde bulunmamdı.

Hiç fiziksel şiddete başvurmadım, ancak şuna kesinlikle inanıyorum ki; İstanbul Üniversitesi yönetimini işgal eden “yoldaşların” yaydığı ve kırmızı çekiç – orak bayrağını asmaları yanlıştı. Hala komünizmin, uygulandığı takdirde kötü olacağına inanıyorum.

Tıp okulunda ikinci yılımda DNA’nın çift sarmal yapıya sahip olduğunu ilk defa öğrendim. Mezun olduğumda biyokimyager olmaya karar verdim. İlk düşüncem, mümkün olduğunca hızlı bir şekilde araştırmalar yapmaktı. Bu yüzden son yılımda, mezun olduğumda, bölüme katılmak için biyokimya bölüm başkanı Muttahar Yenson’a danıştım. Bana temel bilimlerde en az iki yıldır pratiği olan ve tıp derecesi olan herhangi birinin katılabileceğini ifade etti. Bu yüzden mezuniyetten sonra Haziran 1969’da tıp alanında deneyim kazanmak için Savur’a geri döndüm.

Tıp Deneyimi

Savur’a döndükten 6 ay sonra, evimdeki bir odayı serbest bir kliniğe çevirdim. Bu yılın sonbaharında Türk Sağlık Bakanı rastlantı eseri Savur’dan geçti ve kliniğimi gördü. Bu köyde, Surgucu’da bana bir araç ve şoför sağladı. Bir sonraki yıl Surgucu’da, civar köylerde hatta daha uzak köylerde hizmetlerde bulundum.

Çoğu hastamın görmüş olduğu ilk doktordum. Maaşımın büyük kısmını hastalarıma ilaç almak için ve köyde durumu iyi olmayan ailelerin çocuklarına oyuncak almak için harcadım. Basit tıbbi yöntemlerle, birçok çocuğun hayatını kurtardığıma inanıyorum. Tıbbi çalışmalarımın en zorlayıcı yönlerinden biri de çocuklarını okula gönderemedikleri için Türkçe öğrenemeyen ve Kürtçe konuşan aileler olmuştur. Yerel çevirmenler erkek olduğu için bayan hastalar özel durumlarını açıklama konusunda yetersiz ve çekingen kalıyorlardı.

Kürtçe öğrenerek bu problemi çözmeye kalktım fakat hiç akıcı olamadım.

Yine de kadınlar emeğimi takdir ettiler. Yazdığım reçeteleri muska gibi sakladılar. Geriye baktığımda tıp adına 18 ayda hayatımın en mutlu zamanlarını geçirdiğimi hatırlıyorum. Tıp deneyimini aynı zamanda sinir bozucu olarak da buldum. Örneğin neden stroptosinin, tüberkiloz bakterilerini yok ettiğini, penisilinin ise neden yok etmediğini anlamak istedim. Bu yüzden tıbbi çalışmalarım boyunca yurtdışında biyokimya çalışmaları için burslara başvurdum.

Doktora Çalışmaları: Düzenleyici Genlerin Klonlanması

1971’de Nato’da bir burs kazandım, doktora araştırmamı sürdürebilmek için bağlı bir üye ülkeden Amerika Birleşik Devletlerini seçtim çünkü araştırma bilimlerinde lider bir ülke idi.

Johns Hopkins Üniversitesinin, kimyasal biyoloji yüksek lisans programına kabul edildim ve 1971 yılında girdim. Orada karşılaşacağım problemlere tamamen hazırlıksızdım. Tıp okulunun son yılında İngilizce dersleri almama rağmen, profesörlerim ve öğrenci arkadaşlarım ile iletişim kuramıyordum. Ayrıca milliyetçi büyütülmem ve daha önceki akademik başarılarım yüzünden, kendime aşırı güveniyordum ve kendimden emindim. İnsanlar ise benden sakınıyorlardı. Yalnız kalmıştım.

Sonuç olarak, 1972 Temmuzunda Johns Hopkins’den ayrıldım, kafamı toparlamak için Savur’a döndüm. 6 ay boyunca tıp çalışmalarına geri döndükten ve kısa bir İngiltere turundan sonra, Amerika’ya daha olgun ve yeterli bir düzey İngilizce ile dönüp, Dallas’daki Dr. Cloud S. Rupert Teksas Üniversitesine kabul edildim. Orada, 1973 yılında UTD’nin Biyoloji bölümüne kabul edildim. Ve Dr. Rupert’in laboratuarına 1974 yılında katıldım.

Dr. Rupert, düzenleyici enzimleri keşfeden bilim adamıydı. 1958 yılındaki bu keşif, DNA yenilenmesi anlamında bir başlangıçtı. E.coli bakterisi, ultraviyole ışına maruz kaldığında, organizmayı öldürüyordu fakat görünür ışığa sürekli maruz kalındığında öldürme süreci geriye döndürüyordu. Buna fotoliyazı tekrar aktive etme deniyor ve düzenleyici enzimler tarafından yapılıyordu.

Dr.Rupert’in laboratuarına katıldığımda, “Enzim nasıl ışığı emer?” sorusu en olağanüstü soruydu. Bu soruya cevap vermek için enzimleri fazla sayıda ve yüksek saf kalitede elde etmek önemliydi ama kimse bu zamana kadar yeterli sayıda enzim saflaştırmamıştı. Rupert’in laboratuarına katıldığımda, Stanford Üniversitesinde moleküler klonlanma keşfedilmişti. Düzenleyici gen üretme sorunundaki potansiyeli hemen görmüştüm. E.coli düzenleyici genini klonlayarak, enzimi yükseltecek sonrasında saflaştıracak ve renkli odağını ve çalışma mekanizmasını çözümleyecektim.

Birinci aşama, düzenleyici genlerdeki hatalı bir değişkeni izole etmek ve böylece bu değişkeni klonlamak için denek olarak kullanmaktı. İlk phr değişkeni elde etmek için önce onu oluşturmak ve seçmek adına, bir tuzak kullanarak bir araştırma olayı düzenledim ve bölmeyi 6 ay boyunca her gün 1 ya da 2 defa uyguladım.
Bu süre içerisinde kendime güvenim test edildi. Sadece bir değişkeni elde etme zorluğu değil hatta karşılaşılan sürekli hatalar sürecinde bir laboratuvar arkadaşımın yeteneğimin olmadığını ve tıp araştırmalarına geri dönmemin daha uygun olacağı ile de ilgiliydi. Bu deneyin en sondaki başarısı benim bir bilim adamı olma evrimimde büyük rol oynamıştı. Çünkü bir metot bulmam için farklı alanlarda araştırma yapmamı ve bilgi sahibi olmamı sağlamış ve metot çalışana kadar onları korumuştum. Benim inancıma göre; başarılı bir bilim adamının ana karakteristik özelliklerine sahip olması gereken: bilgiye dayalı yaratıcılık, sıkı çalışma, hatalar karşısında tahammül ile katlanmak. Bu metodu anlatan çalışma, yalnızca 6 kere kaynak gösterilmesine ( 2 adet kendi gösterdiğim dahil) rağmen bence en önemli çalışmalardan biri; çünkü araştırmaya devam etme güvenimi ve Dr. Ruper’ı de benim iyi bir öğrenci olduğuma ikna ederek, bana araştırmamda sonuna kadar özgürce gidebilme imkânı sağladı.

İzole ettirdiğim değişkeni kullanarak Phr geni 1975’te klonladım ve geni taşıyan plazmitleri kategorize etmek için deney yapmaya başladım. Fakat 1976 yılında askerliğimi yapmak için Türkiye’ye çağrıldım. 4 ay sonra Texas’a Teğmen rütbesiyle döndüm ve çalışmalarıma klonlanmış gen kullanarak, enzimi saflaştırmaya çalışarak devam ettim. Ancak bir geni klonlamak o dönemde büyük bir başarı( Rocky Dağlarının doğusunda Phr klonlanan ilk gen olduğuna inanıyorum) olarak görülüyordu ve hatta Dr. Rupert doktoramı hak etmeme yetecek kadar şeyi başaramadığıma karar verdi. Doktora tezimi yazmaya 1977 baharında başladım ve Dr. Rupert’in cesaretlendirmesiyle en önde gelen 3 adet DNA yenilenmesiyle uğraşan laboratuvarlara kabul edildim.

Hiçbirinden teklif almadım; tezim basılmadığından dolayı olduğunu düşünüyorum. Sürekli deney yapmaktan o kadar bunalmıştım ki 6 -7 sayfa yazacak materyalim olmasına rağmen zaman bulamıyordum dahası gen klonlama yeniydi ve kullanım alanında birçokları tarafından rağbet görmüyordu. Neyse ki mezun bir arkadaşımdan öğrendiğime göre Yale Üniversitesi’nden Dr. W. Dean RUPP, uvrA, uvrB, uvrC genleri -ki bunlar E. Coli’deki nükleit inzisyonlarının iyileşmesinden sorumlular- klonlamayı planlıyordu. Dr. Rupp’a başvurdum ve Dr. Rupert’in güçlü kişisel tavsiyesiyle, Dr. Rupp bana laboratuvarında bir pozisyon teklif etti. 1977 Temmuzuna kadar UTD kaldım ve Eylül ayında ayrıldım. Düzenleyici genlerin nasıl hâlâ ışığı emdiğini bilmeyerek Dr. Rupp’un laboratuvarına katıldım.

Doktora Sonrası Uğraşım: Çift İnsizyon

Dr. Rupp laboratuvarına katıldığımda Yale Üniversitesi dünyadaki en iyi 3 DNA araştırma merkezlerinden biri olan heyecan verici bir çalışma ortamıydı. Dekan Rupp’a ek olarak burdaki diğer tamir ve yenileme alanındaki öncüler Paul Harvard Flanders, Charles M. Radling ve Fred Hutchinson idi. UvrA, uvrB, uvrC genlerinin kolaylıkla klonladım.

Dallas’ta iken maxicells dediğim klonlanan genler tarafından çözümlenen proteinleri tanıma metodu üzerinde çalıştım. Yale’de Dr. Rupp nihayet başarıya ulaştıran metodu geliştirmede kritik olan önemli tavsiyelerde bulundu. Detaylarıyla incelemek yaklaşık 1 yılımı aldı fakat metot sonunda işe yaradı. Maxicells’i anlatan dergi 1979 yılında yayımladı ve çıktığı anda çok sattı çünkü plazmit çözümlü proteinleri tanımada uygulanabilen bir yapıdaydı. Bu metot 1980’lerde çok yaygın bir şekilde kullanılan bugüne kadar en çok kaynak olarak gösterilen eserdi.

UvrA, uvrB, uvrC genleri klonlandıktan sonra radyoaktif izleyicilerle maxicells metotlarını bu genler tarafından çözümlenen proteinleri arındırmak, tanımlamak ve işaretlemek için kullandım. Bu noktada klasik nükleotid oksizyon onarımı bir ultraviyole endonükleazı 5'li bazdaki hasarı diğer hasara nüfus ettirir ve 5-3 bazlı hasar içeren 4-6 nükleotid parçacığı formunda nükleotid asitleri 5 ya da 3 sonlarında kesen enzim olarak klasik bir metot haline gelmişti. En çok garibime giden 1982 baharında arındırılmış proteinleri kullanarak laboratuvarda kesme reaksiyonunu tekrar oluşturduğumda uvABC nükleosizi çift enzisyon yaptı. Bir tanesi 7 nükleotiti 3-4 arasındaki nükleotid ile çiftledi ve bu arada 12-13 nüklotitlerini bırakarak uzun parçacıklı, parçacıklı nükleotidi çiftledi. Bu enzimi eşsiz çift enzisyon mekanizması olarak uygulamak için “ ABC excinuclease” olarak adlandırdım. Bu DNA onarım alanında büyük bir buluştu. Ancak aynı soruyu soran daha çok fazla grup olduğu için bu cevabı sunmaya daha tam olarak emin olana kadar, bu bilgiyi sadece birkaç laboratuvar arkadaşım ile paylaştım. Dr. Rupp bu cevabı ilk olarak Fransa’da 1982 baharında yeniden oluşturdu ve onarım hakkındaki uluslararası bir toplantıda sundu. Hala bunun o toplantıda çok büyük bir heyecan yarattığını söyleyen arkadaşlarıma denk geliyorum. Dr. Rupp’un konuşması bir sonraki toplantıda ve benim işimin anlatıldığı tam metin 1983 yılında yayımlandı. Dr. Rupp’un laboratuvarında iken özel hayatımda heyecan verici çeşitli olaylar yaşanıyordu. Teksas’a döndüğümde aynı UTD Üniversitesi’nin bölümünden mezun Gwen Blos ile yakın arkadaş oldum. Gwen benden 3 ay önce mezun olmuştu ve doktora sonrası Newyork’ta taleseminin moleküler temeli üzerine kendisine bir iş bulmuştu. Hafta sonları görüşmeye devam ettik. Yale’e taşındım ve 1978 yılında evlendik. Ancak Gwen’in Newyork’taki işini tamamlayıp, Yale’ taşınıp, Dekan Rupp’un laboratuvarına katılıp , E. Coli’deki DNA onarım genlerinin düzenlenmesi için çalışmaya başlaması tam 2 yılını aldı. Ayrı yaşamak uygun olmamasına rağmen kendisine doktora sonrası iş hakkında 5 makale daha yazmasını sağladım. 1981 baharında ben ve Gwen, Chapel Hill’i ziyaret ettik ve ikimize de fakültede pozisyonlar teklif edildi. ABC eksizyon endonükleazın yeniden yapımı üzerine çalıştığımda, yeni bir laboratuvar kurmak için 6 ay işime ara vermek istemediğimden bir yıl geciktirme şartıyla, eşim ve ben işi kabul ettik. Chapel Hill’e hemen taşınmadan önce 1982 sonbaharında Dr. Jones bizi kabul etti ve sulandırma ve çift inzisyon mekanizmasını tanımlayan makalemi teslim etmem için bana olanak sağladı. Bu durum, ben ve Gwen’e fotoliyaz üzerinde çalışmak için Uluslararası Sağlık Kurumları’ndan (NIH) ilk hibe teklifini yazmamı sağladı. Teklif finanse edildi ve sonuç olarak Chapel Hill’e döndüğümüzde çoğu ekipmanımız çoktan hazırdı ve vardıktan 3 gün sonra deneylere başlamaya hazırdık.

Fotoliyaz : “Bir araştırma çalışmasının hazırlanabileceği kadar eksiksiz.”

Chapel Hill’de bulunan Kuzey Caroline Üniversite’sindeki laboratuvarımda çalışmaya başladığımda özellikle kromofonu tanımam üzerine ve hareket mekanizmasını çözmekle, fotoliyaz üzerine olan çalışmamı sürdürmeye karar verdim. Kısa bir zamanda geni okuduk, enzimi arındırdık ve enzimin tek bir tane değil 2 adet co-factor’ü ışığı emen Flavin adenin di-nükleotit (FADH) ve Metilen tetrahidrofolat (MTHF)olduğunu keşfettik. Dünyanın dört bir yanından co-laborateur’ler ile yapılan seri deneylerle MTHF’nin bir ender görevini görüp, ışık enerjisini emerek katalizörü taşıyan FAD faktörüne bu enerjiyi transfer ettiğini bulduk. İlerleyen 20 yıl boyunca biz ve co-laborater’lerimiz, moleküler mekanizmayı büyük ölçüde tanımladık ve ışığın emilmesinden dimerin ayrılmasına ve flavin co-factor’üne dönen elektronun da dahil olmak üzere gerçek zamanda onarım reaksiyonunun tüm adımlarını takip ettik. Fotoliyaz üzerindeki çalışma, tüm sektelerle 40 yıla yayıldı ve co- factor kimya, flavin kimya, kristallografi ve ultra hızlı kimya alanlarında isim yapmış sayısız meslektaşımın katkılarını içerdi. Bu sebeple, bu olay tatmin ediciydi ki bir meslektaşımın son zamanlarda 2011 yılında Dongping Zhong’da yayımladığımız makaleye yaptığı bir yorumda “ Bu makale ile 62 yıl öncesine dayanan fotoliyazın bu hikâyesi sonunda bir araştırma çalışmasının hazır olabileceği kadar eksiksiz” demesi bu durumu daha bir memnuniyet verici hale getirdi.”

•1(Prof.Dr.Aziz Sancar özel sayısı Anıtkabir Dergisi,Yıl 16, sayı 61,Nisan 2016-Ankara)

Niyet Hayır Akıbet Hayır olur.

İnşallah.

Kalın sağlıcakla...

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorum Yap

Yazarın Diğer Yazıları