Mahallede kalan futbol...

13.06.2020 11:20

Futbol yaklaşık 3 aydır belki de dünya da ilk defa karantinaya takıldı…

Tüm dünya 3 aydır futbolsuz kaldı…

Futbol, dinamik, her türlü sürprize açık, heyacanlı bir oyun. Her ortamda tanışma zemini hazırlayan, sohbet ortamı yaratan, güçlü ve sosyal bir bağ unsuru…

Futbolu sevmenin ve bunu ifade etmenin farklı biçimleri olduğu gibi, oynamanın da farklı biçimleri var. Cezbedici en önemli yanı da, herkesin oynayabileceği çok kolay bir oyun olması…

Hepimizin de hayatına, top bulamadığımızda, uyduruk bir plastik top, kağıtlar ve bezler sıkıştırılarak iple bağlanmış bir topak, bazen de bir teneke kutu, futbol topu anlamında mutlaka girmiştir.

Hatta toprak, çim, halı saha bile olmadan beton zeminde, evin koridorunda oynanabilmesi ne kolay bir oyun olduğunun da göstergesidir.

Öğrencilik yıllarımızda, okulumuzun bahçelerinde ceketlerden kale yaparak, hatta evlerimizde sandalyeleri kale olarak kullanıp futbol oynadığımız zamanlar, futbolun sınır tanımaz gerçeğidir…

Çünkü futbol ele ve avuca sığmaz...

Oyuna başlamadan kurallarını belirlemezseniz, kendinizi ve takım arkadaşlarınızı bir anda karşı takımın oyuncuları ile bir tartışma içinde bulursunuz.

Okulda teneffüslerde, erkek öğrencilerin bahçede kalabalığın arasında top oynamaları, en keyif aldıkları anlardan değil midir?

Böylesine korsan gelişen ve oynanan teneffüs futbolunda, kimse figüran kalmak istemez, şişman da, zayıf da, gözlüklü de, kötü oynayan da, iyi oynayan da, hatta kızlar da herkes o topa vurmak ister…

Herkesin vurmak istediği o top, işte FUTBOLUN ta kendisidir ve kollektif oluşunun göstergesidir…

Çocukluğumuzun mahalle maçları kurallarını hatırlar mısınız?

Kaleler iki taş arasına ayakla sayılarak kurulurdu…

Takımlar kurulurken, ilk oyuncuyu alma hakkı “aldım-verdim” de adımını en iyi kullanana aitti…

Topun bir sahibi varsa, hatta arsa da onunsa tüm kuralları o koyar, takımı kurar, kaleyi seçer, istemediği kişileri oynatmazdı…

Tükürülen taşın, ıslak mı, kurumu tarafını bilen takım maça başlardı…

Üç korner bir penaltı idi ve maçlar minyatür kale oynanıyorsa, penaltılar boş kaleye topukla atılırdı…

Penaltılarda kaleci değişirse, iki penaltı atılırdı, ilki gol olursa ikincisi atılmazdı…

Kaleci yoksa herkes sırayla kaleye geçerdi. Bir gol yiyen kaleden çıkardı…

Kaleci topu yere üç defa vurunca rakibine, “üç kere vurdum açılsana” derdi ve rakip açılırdı…

Topu patlatan parasını öderdi, topu uzak bir yere atan da gider getirirdi…

Yolda oynanan maçlarda araba geçerse, bunu ilk gören “beyler araba geçiyor” derdi, herkes olduğu yerde dururdu, araba geçtikten sonra maça devam edilirdi…

İkindi saatlerinde başlanan maçlarda maçın bitiş saati babaların eve geliş saati idi…

O yıllarda futbolun "Takım oyunu" karakterinde olması ayrı bir keyif verir...

Öyle ki en beğenilen gol, delicesine abanarak vurulmuş şutun ağlara gidişi değil, tüm takımın organize olup paslaşarak attığı goldü… Abanarak topa vuran “hacı-burun vurdu” diye, futbol tekniğinden uzak oluşu nedeniyle hep eleştirilirdi…

O yıllarda futbolu bencilleştirenler vardı…

Topu ayağına geçirdiğinde hiç bırakmak istemezdi. Kendi gider, kendi vurur, özel yeteneklerini göstererek herkesin hayranlığını kazanmak ister, paslaşmayı hiç sevmez, takım arkadaşlarının ve bir de pozisyonu harcadı ise seyredenlerin tepkisini çekerdi…

Daha sonra futbola siyaset karıştı…

Öyle ki, paylaşarak, takım ruhuyla oynanan, hak edenin kazandığı, seyirciyi de neşelendiren, o keyifli futbola siyaset karıştırarak “ futbolun sol tarafı”…

Kendinden başka herkesi,amele gören bir anlayışla, “kazanma hırsını” gözünü kan bürürcesine karartarakagresif bir şekilde uygulayan, ayak oyunları ile sahadan galip gelmek isteyen anlayışa da “ futbolun sağ yanı” denildi…

Ben hala Atatürk stadındayım...

Ne sağı, ne solu o unutulmaz seyircisi ve coşkusuyla ben hala, ATATÜRK STADINDAYIM…

Ne zaman önünden geçsem, gözümün önüne DİDA’nın kafasının yarısını KIRMIZIYA, yarısını BEYAZA boyadığı, İDRİS’in kafasının üzerinde oynadığı, İLİSTİRİN’in açık tribünde tellerin üzerinde koştuğu günler gelir aklıma …

Şehirde yaşayan herkes, mahallede, sokakta, okulda, evinin koridorunda oynadığı futbol bilgisi ile ANTALYASPOR SEVDALISI olarak tribünde yerini alırdı…

Allah üçüne de rahmetler eylesin amigolarımız DİDA, İLİSTİR ve İDRİS için olduğu kadar, tribünde ki tüm seyirci için de sadece iki renk vardı, KIRMIZI ve BEYAZ

O günlerin PORTAKAL KOKAN FUTBOLU, top oynanan arsaların, portakal çiçeği kokan bahçelerin yerini betonlar alınca, bu betonlarda göç alınca maalesef ki yok oldu…

1975 yılında 223.089 nüfus ile 10.000 kişilik ATATÜRK STADYUMUNDA oturacak yerin kalmadığı ve tribündeki herkesin KIRMIZI-BEYAZ aşkı ile bütünleştiği mütevazidünden, 2.511.700 nüfusu olan 32.539 kişilik ANTALYA ARENAYI dolduramayan ve renk kavramı olmayan bir bugüne ulaştık…

Futbol son sekiz maçta öksüz kaldı...

Hatta öyle bir duruma geldik ki, corona virüsü nedeniyle, pandemi ilan edilince FUTBOLA YENİ BİR KURAL, YENİ BİR KISITLAMA GETİRİLEREK bu gün artık SEYİCİYİ de futbolun dışında bırakıldı…

Bu sezon sağlık önlemleri kapsamında kalan maçlar seyircisiz oynanıyor…

Futbolun en önemli aktörlerinden birisi SEYİRCİ’dir… SEYİRCİYİ ortadan kaldırırsanız, oynayanda bundan çok fazla keyif almaz…

Bu bütünlüğü bozmayıp, daha düzgün KURALLAR ile sezonun sonlandırılması, ya da sağlık ile ilgili endişeler tam olarak ortadan kalkınca başlatılması çok daha uygun olmaz mıydı?

Fakat futbolun artık saha dışı paydaşları o kadar fazla ki, bu ortamda “yeter ki oynansın” mantığı ile oynayanı da ateşe attılar…

Dilerim ki, kalan sekiz maçta,hiçbir futbol emekçisinin zarar görmeyeceği, sağlık dolu ve de ANTALYASPORUMUZUN başarıları ile dolu haftalar yaşarız…

Dünün o güzelliklerini yaşatan, amigosundan, seyircisine, futbolcusundan yöneticisine, malzemecisinden, doktoruna…

O güzel insanlara ve yaşanmışlıklara saygıyla ve sevgiyle efendim…

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorum Yap

Yazarın Diğer Yazıları