İçimizdeki erkeği öldürelim

04.08.2020 08:21

Annemin yorgun ellerini hatırlıyorum. Üleştiren, paylaştıran, üreten ellerini;  yorgun ve maharetli ellerini.  Çerçevesi çizilmiş bir ‘aile’ kavramının içine tıkıştırılmış; yaşamasından sorumlu tutulmuş annemi. Bütün anneler böyle değil midir biraz? Görev dağılımında mutlaka doğur/besle/büyüt/temizle/yemek yap/sahiplen/başka türlü üzül/kederlen ve acı çek… Hayatını ailesine vakfetmiş bir ırgatın yüz görümlüğüydü annelerimiz.

Kimse bu işbölümünün onlara dayattığı zorunluluğu bir ‘görev’ olarak göstermeye kalkmasın. Biyolojik pozisyonları gereği doğurmak işi onlara düştü evet. Peki o işbölümünün, bir evi onların deyimiyle ‘çekip çevirmenin’ neresindeyiz? Hiç… O kadının ‘iş’i değil mi? Karşılığı peki? Dayak, şiddet ve sevgisizlik

Her gün sayısını bilmediğimiz kadın şiddete maruz kalıyor, öldürülüyor. Ya namus davası ya emre itaatsizlik gerekçesiyle… Bu gerekçe sadece mağaranın iç işleyişiyle açıklanamaz. Bu bütüncül bir kötülüğün göstergesi olabilir olsa olsa…

Ailedeki erkeğin bütün yetiştiriliş biçimlerini kendisine biçilmiş bir rolle geçiştirmek, suskun ve sessiz kalmak düşmüş kadınların payına. İşte söylemeye çalıştığım şey tam da bu; bu sevgisizlik ve şiddet sadece zayıf ve savunmasız olmaları dolayısıyla değil hayata bakışın tümünden kaynaklanan bir rahatsızlığın göstergesi.

Ve aslında burada – savunduğum şeye tersmiş gibi duracak ama değil- sadece kadın olmalarından kaynaklanan bir saldırı söz konusu.

Evet sadece kadın olmalarından. Çünkü bu şiddeti uygulayan anlayış, bu erkek dünyası kadınları dünyanın bir yarısı olarak değil bir emre itaat malzemesi olarak görüyor. Ha yolun kenarına dökülmüş atık inşaat malzemesi ha zevk, ha ücretsiz köle…

Çok tartışma yaratan bir şiir düştü Nazım Hikmet tarihin toprağına… Çizdi demek daha doğru olacak;

‘’…Ve kadınlar bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar,
bizim kadınlarımız…’’

Kimi bu bir parçasını aldığımız şiirdeki kadın imgesini erkek egemen dilin ve anlayışın bir ürünü olarak gördü ki buradan Nazım Hikmet’i eleştirdi kimi de bir dönem için kadının halini anlatan/gösteren bir saptama olarak algıladı. Öyle değil mi gerçekten; ana, avrat, yar sayılarak dağlara kaçırılan, soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen, tütünde, tarlada, odunda ve pazarda hamallar gibi çalıştırdığımız, bire bin versin diye toprak ana olarak adlandırdığımız kadınlar…

İçimizdeki erkeği öldürelim önce; baskıyı, şiddeti, sevgisizliği; dilde, yaşantıda, ailede, okulda, işyerinde yani her yerde… İçimizdeki erkeği öldürelim öldüreceksek…

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorum Yap

Yazarın Diğer Yazıları