Annen yoksa kimsen yok
18.02.2021 09:04Değerli Okurlarım,
Başta meslek hayatımda olmak üzere yaşamımın farklı alanlarında da örnek aldığım çok değerli bir yazarımızı, psikoloğumuzu, üreten değerimizi kaybettik bu hafta. İlk duyduğumda yalan haber olmasını ümit ettiğim, doğru olduğunu anladığımda da kalbimde ince bir sızı hissettiğim bu değerli insan, ömrünü yazmaya, üretmeye adamış bambaşka bir değerdi. Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu Hoca’nın seminerlerini dinleme fırsatı bulmuş, birçok kitabını okuma mutluluğuna erişmiş bir eğitimci olarak kendisini rahmetle anmak, bu haftamı ona ayırmak istedim.
Mersin’in Silifke ilçesinde 11 çocuklu bir ailenin 11. Çocuğu olarak dünyaya geldiğini söyleyen yazar 1938 doğumluydu. 10 yaşında annesini kaybetti. Annesizliği hep hissetti. “Yıllar sonra anladım ki annen yoksa kimsen yokmuş. Ben de kendimi annelere ve babalara adayacağım kıymetleri yaşarken bilinsin” demiştir.
Kırktan fazla bilimsel makalesi ve çok sayıda kitapları bulunan Cüceloğlu, kendi yaşamını anlatırken sıtma hastalığı geçirdiği bir zamanda sarhoş bir iğneci tarafından topal bırakıldığını, bir bacağının diğerinden iki buçuk santim kısa olduğunu anlatır. Engelli bireylere yakınlığıyla da bildiğimiz hoca, “Onlar Benim Kahramanım” adıyla da Türkiye’nin ilk görme engelli avukatı olan ve aramızdan ayrılan Gültekin Yazgan’ın yaşamını konu alan bir kitap yazar. Engelliyi hiç acındırmadan, kendine has diliyle akıcı bir üslupla yazdığı bu güzel kitap birçok insana ilham kaynağı olmuştur.
Kendisini bunalımda hisseden, bir çıkar yol bulamayanların ümidini körükler adeta kitaplarında. İletişim psikolojisi uzmanlık alanı olduğundan kendisini anne-baba, çocuk ve öğretmenlerin gelişimine adar. Her eserinde bu kavramların önemine dokunur, geleceğin mutlu çocuk yetiştirmekle inşa edileceğini vurgulardı.
Nedense bizim toplumda insanlar hayatını kaybedince değerleniyor. Vefatının üzerinden henüz iki gün geçmiş olduğu şu zamanda belki bir iki kitabını okuyup ilham alırız diye sizleri Hoca’nın tüm anne-babalara ders olacak bir anısıyla baş başa bırakmak isterim:
Akatlar’da yürüyordum; kadın beni tanıdı ve selamlaştıktan sonra, sorusunu sordu: “Oğlum dersleri tamamen bıraktı; ne söylesem hiç fayda etmiyor. Ya arkadaşlarıyla buluşuyor, ya telefonda mesajlaşıyor ya da bilgisayarın başında oyun oynuyor. Ne yapacağımı şaşırdım, Hocam ne yapalım?”
“Sohbet ediyor musunuz?”
“Valla, konuşuyorum, ama hiçbir faydası yok.”
“Kaç yaşında?”
“On yedi yaşında.”
“Mesela ne diyorsunuz?”
“Sınavların yaklaştığını söylüyorum; derslerine çalışması gerektiğini söylüyorum; böyle giderse sınıfta kalacağını, arkadaşlarından geri kalacağını, ilerde çok pişman olacağını, ama o zamanda duyulan pişmanlığın işe yaramayacağını anlatıyorum.”
“Siz konuşup, nasihat ediyorsunuz.”
“Evet.”
“Ama, onunla sohbet etmiyorsunuz.”
“Valla bilmem; biz bildiğimiz kadarıyla elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, konuşuyoruz, anlatıyoruz.”
“Doğru, bildiğiniz kadarıyla elinizden gelenin en iyisini yapıyorsunuz. Ama konuşmak, nasihat etmek, sohbet etmek değildir. Siz sohbet etmesini bilmiyorsunuz.”
Kadın haklı olarak “neden bahsediyorsunuz,” diyen bir yüz ifadesiyle bana baktı.
İçim burkuldu. Anne acı çekiyordu ve çocuğuna yardım etmek istiyordu, ama kendini çaresiz hissediyordu.
Öğrencileri ve ana babaları birlikte çağırdım. Danışmanlığını yaptığım okulun küçük tiyatro salonunda buluştuk, öğrencilerle birlikte ana-babalar da oturdu.
Ufacık sahneye çıktım, bir sandalye attım oturdum, yanı başıma bir boş sandalye koydum.
“Buradaki öğrencilerden kim benimle sohbet etmek istiyor?” diye sordum. Kalkan ellerden birini gelişigüzel seçtim. Selim adıyla anacağım bir öğrenci yanımdaki sandalyeye geldi oturdu.
“Adın ne?”
“Selim.”
“Kaç yaşındasın?”
“On iki.”
“Bugün ayın kaçı?”
“24 Aralık 2008.” (Gerçek tarihtir; bu uygulamayı o gün yaptım.)
“Selim, gözünü kapa, beni iyi dinle. Gözünü açtığın zaman aradan yirmi yıl geçmiş olacak. 24 Aralık 2028 tarihinde gözünü açmış olacaksın. Tamam mı?”
Anladığını belirtmek için başını salladı.
“Lütfen gözünü aç.”
Selim, gözünü açtı.
“Bugünün tarihini söyler misin?”
“24 Aralık 2028.”
“Kaç yaşındasın?”
“Otuz iki.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“İç mimarlık.”
Göz ucuyla anneye babaya bakıyorum; yüzlerinde hayret belirten hafif bir tebessümü var. Belli ki, onlar da Selim’in söylediklerini benimle birlikte ilk defa duyuyorlar.
“Nerede çalışıyorsun?”
“New York, Manhattan’da.”
Anne, babanın yüzünde saklayamadıkları büyük bir şaşkınlık ifadesi.
“Evli misin?”
“Hayır.”
“Arkadaşlarından evlenenler oldu mu?”
“Kızların hepsi evlendi.”
Gülüşmeler..
“Çalıştığın yere beni götürür müsün?”
“Ofisim, Manhattan’da 86 katlı bir binanın 42. Katında.”
Gülüşmeler devam ederken hayalen o binaya yürüdük, asansöre bindik, 42. Katta indik.
“Burası ‘home office’” dedi.
İçeri girdikten sonra açıkladı:
“Dubleks daire: aşağıda salon ve mutfak var. Yukarda yatak odası ve ofis odam.”
“Selim, salonda neler var?”
“Salonda masa var, koltuklar var, sandalyeler var; komodin var, sehpalar var.”
“Duvarlarda ne var?”
“Resimler var, fotoğraflar. Ailemin fotoğrafı da var.”
“Ailenin fotoğrafına bakınca neler görüyorsun? Beraber bakabilir miyiz?”
“Annem var, babam var. Ailece çektirdiğimiz bir fotoğraf. Abim var, ablam var, ben varım.”
“En küçük sen misin?”
“Evet.”
“Selim, bu fotoğrafa baktığında, içinde ‘keşke!” duygusu beliriyor mu? İçindeki herhangi bir ‘keşke’nin sesini duyuyor musun?”
Hiç beklemeden “Evet,” dedi.
“Haydi, anlat bize,” dedim.
“Ben, babamla birlikte futbol maçına gitmeyi çok istedim. Bir de hafta sonları onunla top oynamak, kırlara gitmek istedim. Güreşmek istedim. Ama babam çok yoğundu; çalışmak zorundaydı, olmadı, zaman bulamadı. Ne yapalım, böyle oldu.”
Baba’ya baktım; gözlerinin yaşını tutmaya çalışıyor, ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu.
Selim’e teşekkür ettim. Ve sordum:
“Selim, bu konuşmamızda, sana büyüklük tasladığımı, sana nasihat etmeye çalıştığımı hissettin mi?”
“Hayır!”
“Olanla ilgili olarak mı konuştuk, olması gereken üzerine mi?”
“Olanla ilgili olarak konuştuk.”
“Selim, seninle yeniden böyle sohbet etmek istesem, benimle konuşmak ister misin? Konuşmamızdan zevk aldın mı?”
“Yeniden konuşmak isterim; sohbetimizden zevk aldım.”
***
Sohbet özel türden bir konuşma, kendine özgü özellikleri olan bir söyleşidir. Sohbet içinde olan iki insan o an için güç, onur ve değer yönünden eşittir ve olanı paylaşırlar; olması gereken üzerinde konuşmazlar.
Korku kültürünün olduğu yerde sohbete izin verilmez.
Türkiye’nin aydınlık geleceğinde ana babaların çocuklarıyla sohbet içinde olmasını diliyorum.
Doğan Cüceloğlu
Yorumlar
Yazarın Diğer Yazıları
- Eyvah, yarın sınav var05.06.2021
- Çanakkale cephesi ve yemek listesi efsanesi18.03.2021
- Virüs salgınıyla bir nesil kayboldu mu?05.03.2021 Tümünü Gör
Mehmet Karavural dedi ki;
2021-02-18 11:02:21
Mehmet yazını çok büyük bir keyifle okudum çok güzel bir anlatım ve bilgilendirme oldu. Dilerim ileride yazdığın kitaplarin olur bende okuma şansı bulurum. Kalemine sağlık