Anadolu'da Sanatın Onbin Yılı

30.03.2020 09:38

İnsan eliyle üretilmiş hiçbir şeyin olmadığı zamanların milyarlarca yıllık doğal uzunluğu bitince insanın oluşturduğu yeni bir düzen başladı. Yapaydı, akıl ürünüydü, çıkarcıydı ve sadece insanın kendisinden yanaydı. Doğanın üzerinde müthiş bir egemenlik kurulmaya başlamıştı. Ve baş döndürücü bir hızla ilerliyordu.

Her dün, evvelki günün iki katı hızla gelişiyordu.  Bilim, akıl zamanlarını (Uygarlığı) anlamak için onu çağlara-dönemlere bölmekten bıkmış ama o anlaşılmamaktan yorulmamıştı. Bunun adına uygarlık dendi.

Akıl zamanlarında iki şey yapıldı. İlki, insan ihtiyaçlarını karşılayacak ve onu doğaya hatta başka insanlara karşı güçlü kılacak daha iyi çözümler bulmak; ikincisi ise hiçbir canlının talep etmediği doğaya alternatif, yeni estetik değerler yaratmaktı.

Daha yararlıyı üreten insan aklı, daha güzeli yaratmanın peşine düşmekte de gecikmemişti. Daha yararlı olan da, daha güzel olan da zaman boyunca her an gelişerek ve değişerek çoğaldı. Dünün daha güzeli evvelki günün daha güzelinden farklıydı.

Esasında hepsi gününün güzelleriydi.
Mağara duvarına insan niye resim çizsin ki, niye çamurdan bir heykelcik yapsın.

Taşlara resim kabartmanın nedeni neydi. Neden boyunlarına, kulaklarına süs eşyaları taktılar, kılıçlarına kalkanlarına bezemeler yaptılar. Yüzlerini gözlerini bile boyadılar.

Hadi duvarları yaptın, çatıyı da örttün, freskolar, mozaikler neyin nesiydi.

Boş zamanları, dolu zamanlarından çok muydu? Belki de onlar tapınım, iletişim, belgeleme gibi başka amaçlarla bir şeyler yapıyordu da biz mi ona sanat diyorduk?

Yoksa aklın geliştirdiği insan doğal ihtiyaçlarının ötesinde başka değerler de mi istiyordu. Yoksa diğer canlılardan farklılaşmanın yolunu nihayet sanatla mı bulmuştu.
Bu buluşunu çok sevmişti insanoğlu. Artık her şeyini, herkese ifade edebilecek ortak bir dili olmuştu.

Doğada bulunan her şeyden, ağaçtan, çamurdan, taştan, kemikten her şeyden enteresan objeler yapmaya başlamışlardı. Daha da ilerleyip camı ve metali bulmak ve de camdan metalden sanat objeleriniyaratmak için de çok beklememişti uygarlık.

Bin yıllar seller gibi akıyordu ve uygarlığın ve sanatın ilerleyişi zamandan da hızlıydı. Yüzbinlerce yıl yaprak oynamamışken son on-onbeş bin yıl içinde insan hayatının tamamı değişmiş, toplumsal hayatın formlarına bürünmüştü.

Sanat ürünleri de yaşanan her şeyin somut günlükleri gibi ölü kültürlerin tükenmiş hayatlarını bize aktarıyordu.
Anadolu ise dünyanın orta yerinde bir uygarlıklar rezervi gibi her yönden akıp gelenlerin sanatlarını biriktiriyordu.

Gelenler daha önce gelmişlerin kültürleriyle kendi getirdiklerini harmanlayarak her defasında Anadolu kültür ve sanatlarına yeni bir renk katıyorlardı. Ege, Akdeniz, Karadeniz, Mezopotamya, Balkanlar, İran ve Kafkaslar’da her yeni esen bir kültürel değişim rüzgarının taşıdığı bitek tohumlar Anadolu’ya uçuşuyordu. İktidar bayrakları değiştikçe sanat ve kültür de değişerek çoğalıyordu.

Bu gidişat, üç kıtanın ortasındaki muhteşem coğrafi konumuyla Anadolu’yu kültür ve sanatta “orta dünyanın özeti” kimliğine yükseltecekti.
Sanatın ilk habercileri mağara duvarlarıydı.

Göbeklitepe dikmelerindeki reliefler imkânsız zamanların umulmadık eserleriydi. Neolitik devrim sanatı her yönden çoğaltmıştı. Heykelcikler, takılar ve daha akıl almazı Çatalhöyük duvarlarındaki realistik Hasan Dağı resimleriydi. Metal isimlerinden adını alan çağlarda sanat alıp başını gitmişti.

Tunç Çağ’da, Demir Çağ’da idari, ekonomik ve toplumsal yapı topyekûn değişmişti. Egemen krallıklar ve devletlerin ortaya çıkışıyla sanat da üst katmanlara evrilmişti. Artık sanatı iyi besleyen ve yüksek sanat eserleri talep eden güçlü iktidarlar vardı.

Çünkü güçlerini gösterecek ve farklı ve özel olduklarını düşündürecek daha iyi birenstrüman olmadığını anlamışlardı.

Dünyanın ve uygarlığın tam da orta yerindeki Anadolu’da olağanüstü gelişmeler oluyordu.  Hititler dünyanın ilk başkentini kurunca ilk anıtsal heykelleri yaptılar; Urartular doğu dağlarında metal ve taş işçiliğinin en güzel örneklerini verdiler; Frigler Anadolu’nun ortasında tekstilde, kaya mimarlığında harikalar yarattılar; batıda Lidya dünyanın ilk kuyumcu dükkânlarında akıl almaz incelikte takılarla büyülediler. Likyalılar kayaları ahşap gibi oyarak mezarlarına akıl almaz estetikte kabartmalar yapıyorlardı. Çağın adı boşuna “Klasik” değildi. 
İsa’dan önceki son bin yıl biterken Ege uygarlıkları sanatın her dalında yükselişteydi. Çünkü iktidardan orduya, kültürden ekonomiye, felsefeye ve bilime kadar her şey yükselişteydi.  Herilerleme sanata yarıyordu. Ya da insanı akıllandırıp geliştiren ve uygarlığı yükseltenbizzat sanatın kendisiydi.
Yeryüzünü kasıp kavuran emperyal güçlerin zamanı geldiğinde ilk kasırga Helenistik dönemle çıkmıştı.

Bu kasırga beraberinde getirdiği yaşam-kültür anlayışıyla sanata çağ atlattı. Bergama’da o güne dek yapılmış en nitelikli heykeller yapılıyordu. Roma İmparatorluğuyla bugünün modern kültür ve sanatının gerçek temelleri atılıyordu. Ege ve Akdeniz’de Roma baharı yaşanıyordu. Artık bir imparatorluğun bir bölgede varlığı sanatıyla kültürüyle mümkündü. “Soft Power” çoktan devreye girmiş, askeri değil kültürel kalıcılığı sağlamıştı.

Roma Döneminde sanatta çok önemli devrimler yaşanıyordu. Mesela –en önemlisi- sanat eserleri ilk kez bir yatırım aracı haline gelmişti. Artık ilk kez sanat mezatları düzenleniyordu ve sanat eserleri koleksiyonlarını yöneten profesyonel uzmanlar vardı.

Roma İmparatorluğu’nun dini değiştiğinde sanat ve kültürün odakları da değişmişti. Artık pagan, politeist tapınakların yerini tek tanrılı semavi dinin görkemli katedralleri ve onları süsleyen haç ve İsa almıştı. Sanat büyük oranda yine din için yapılmaya ve yine en çok dinden etkilenmeye devam ediyordu.

Yeryüzü kurulalı beri böyleydi. Sanki inançlar ve din ve de tanrı olmasa sanata gerek kalmayacak gibiydi. Ya da sanat olmasa binlerce yıllık onca tanrı ve inançlar dünyası nasıl tasvir edilecek, nasıl etkili olacaklardı ki?

İşte nasıl ki uygarlık yaşamsal ihtiyaçlar baskısıyla geliştiyse sanat da öyle olmuştu. Yüceltilecek, bezenecek, kalıcı olması istenecek şeyler arttıkça sanat da buna cevap verecek şekilde güçleniyordu. İnançların ve iktidarların etkili temsil vegüç gösterisi ihtiyaçları sanatın gelişimini zorluyor, üretildiği bölgenin özelliklerine, çevrenin şartlarına göre ve ekonomiye bağlı olarak biçimleniyordu.

Bir yandan Orta Asya kültür ve sanatından kaynaklanan, Ceyhun ve Seyhun damarları taşıyan Türk Sanatı, diğer taraftan Mezopotamya sanat ve kültüründen köklenen İslam Sanatı iki ayrı koldan Anadolu’yu sarmış, Anadolu’da Türk-İslam Sanatı dönemi başlamıştı.

Çok tanrılı bir kültürün savaşçı kavmi Türkler aynı Allah’a inananiki büyük dinle tanışmıştı. Seçimini Hz. Muhammet’ten taraf yapmış ve İsa’nın da karşısına geçmişti. Anadolu’da başta Bizans olmak üzere başka inançlar ve onların zengin sanatıyla karşılaşan Türkler İslam sanatının etkisinde, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu boyunca, yeniden harmanlanan kültürleri çerçevesinde olağan üstü sanat eserlerinin üretimine yol açmışlardı. Osmanlı sarayı, İran’dan taşınan minyatür ustaları,

Farsi hattatlar, Avrupalı ressamlar, yerel sanatçılar ve daha nice imparatorluk unsurlarıyla, kendine özgü bir dile dönüştürmüştü.Mevlanalar, Yunuslar, Sinanlar, Nihaniler, Ahmet Karahisariler, Fuzuliler, Pir Sultanlar Anadolu’da Türk anlayışının yeni resmini çiziyordu.

Böylece, Mustafa Kemal Atatürk’le yeni bir düzende biçimlenen ve yeni bir kültür sanat ortamıyla filizlenen aydınlık Cumhuriyet’e girdik. Bayrak yarışında sıra Cumhuriyet sanatçılarındaydı. Sanatın temel işlevleri, nedenleri, amaçları değişmemiş bir kez daha formları, anlayışları değişmişti. Sırada Osman Hamdi, Hoca Ali Rıza, Çallı, Ali Hadi, Yaşar Kemal, Kısakürek, Nazım, Mimar Kemalettin, Adnan Saygun, Reşit Rey ve daha niceleri vardı. Onbin yılın üstünde köklenen Anadolu sanat değişimleri ve zenginleşmesi sürüyordu.
DEVAM EDECEK…

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorum Yap

Yazarın Diğer Yazıları